Bir Şeyi de Olmayıverin...
Kemal Can

Sosyal medyanın yaygınlaşması, yaygınlığı geçip asli ifade alanına dönüşmesi epeydir konuşulan bir mesele. Hemen her şeyin dijitalleştirilmesi, sanal alemde olup bitenlerin belirleyiciliğinin artması, sosyal medyanın esas sosyalleşme alanına dönüşmesi giderek daha çok dikkat çekiyor. Artık pek çok alanda ölçümlemenin –ve manipülasyonun- ana mecrası sosyal medya haline geldi. Tüketim değişikliklerinden siyasi tercihlere kadar pek çok müdahale bu zeminde yapılıyor, yapıldığına dair yoğunlaşan iddialar var. En azından teknolojinin buna imkan sağlayabildiğine kuşku yok. Üstüne bir de korona krizi ve zorunlu izolasyon süreci eklenince zaten sıkıntılı olan vaziyet iyice endişelenilecek bir hal aldı. “Bilgi devrimi” denilen şeyin, devrimin asli malzemesi olarak sunulan bilgiye yaptığı üzerine derin tartışmalar yapmak lazım. Ancak kısa yoldan yazının asıl derdine girmek için, bu tehlikeli tartışmadan, “artık çok kolay ulaşabileceği sanılan bilgiden kanaate giden yolun fazla kısaldığı iddiasını alarak çıkayım.

Benim bu yazıda tartışmak istediğim daha “yüzeysel” bir gözlem aslında. Her türden mesafenin –çoğu zaman oldukça yanlış bağlamlarda- tartışma konusu yapıldığı, çok mühimsendiği bir dönem yaşıyoruz. “Sosyal mesafe” ölçümleri yanında, kimin kime ne mesafede durduğu hakkında yoğun değerlendirmelere tanık oluyoruz. Ayrı/uzak durmak anlamındaki “mesafe” kavramı çok popülerleşmiş olmakla birlikte, özellikle sosyal medya imkanlarıyla beslenen mesafesizliğin de acayip arttığı görülüyor. Bir tarafıyla ölçüsüzlük diye tanımlanabilecek yakın dövüşlerin, diğer tarafıyla laubalilik sınırını aşan teklifsizliğin tavan yaptığını izliyoruz. Sosyal medya linçlerinin ortaya çıkarttığı “medeniyet kaybı”, ağır mesafe ihlalleriyle tamamlanıyor. Herkesin her şeyi bilebileceği, kanaatlerin her şeyden önemli olabildiği vasat, önce laf etme sonra da müdahale etme mesafesini fena halde bozuyor. Terbiyesizliğin ve ölçüsüzlüğün başka hiçbir şeyde yaşanmadığı aşırılıkta “demokratikleşebildiği” anlaşılıyor. Yani mesafe meselesi kadar mesafesizlik de ciddi sorun.

Akıl verme postuna girmiş aşağılamanın, eleştiri maskesinin arkasından sırıtan komplekslerin, hiç bitmeyen rövanşist iştahın sosyal medya ortaya çıkmadan da geniş bir hareket alanı vardı. Resmi destek almış, gücü arkalamış fikri tahakküm ataklarının çok önceden keşfettiği, teşvik ettiği yöntemlerdi bunlar. Gerçek din anlayışı hangisidir, laiklik aslında nasıl anlaşılmalıdır, Avrupa tipi sosyal demokrat nasıl olunur, solcu kime denir ve daha çeşit çeşit tarifi dinledik yıllarca. Kanaat, eleştiri, kıyaslama derken mevzu büyük bir bilgiçlik eşliğinde nizam (şekil) vermeye varıyordu. Bunlar sadece ideolojik, politik alanda sapla samanı karıştırmakla yetinmiyor, bütün hayatı kuşatan bir tahakküm kuruyordu. Zevk almanın kriterleri, bireysel alanın sınırları yanında mecburiyetleri, duygu veya hatta inanç alanı bile bu kuşatmadan kurtulamıyordu. Şimdi daha çarpıcı biçimde bu tarzın yeni versiyonlarını yaşıyoruz. Dijitalleşmeyle birlikte bunun katlanan bir ölçüsüzlükte tabana yayılmasına tanıklık ediyoruz.

İzolasyon şartlarında ortaya çıkan mecburi “açık öğretim”, bu zorunluluk ortaya çıkmadan çok daha önce sanal alemin etkili bir parçasıydı. Ruhsata ve ehliyete bağlı olmadan herkes açtıkları sanal dershanelerde çoğu kerameti kendinden menkul bir müfredatı dayatıyor. Solcuya solculuk, Müslümana dindarlık, kadınlara kadınlık öğretiliyor, insanlara kendilerini zannettikleri şey olmadıkları, gördüklerinin sandıkları gibi olmadığını anlatma iştahı hiç kesilmiyor. İdeolojik, siyasi, dini, cinsel kimlik sınırları, her türlü varoluş halinin “asıl” kuralları baştan yazılırken; taktik uyanıklıklar, takiye yöntemleri ve başkalarını ikna (kandırma) yolları da gösteriliyor. Takdir ederken de acımasızca eleştirirken de “sonuç alabilir” olmak önemli bir kriter haline geliyor. Bütün bu öğretim ve nizam faaliyetine eşlik eden bir kimlik ve etiket karmaşasının ortaya çıkması kaçınılmaz elbette. Birilerine iddia ettiği şey için aslında nasıl olması gerektiğini anlatırken, kendini mümkün olduğu kadar muğlak ve biraz da şekilsiz bir alana çekmek, çok rastlanan bir durum. Yani birilerini “netliğe” zorlamanın zorunlu yol arkadaşı, ne olduğunun tam anlaşılamayacağı bir gölgede durmak.  

Mesela, “serbest eğitmenlik” çabaları sanal aleme sirayet etmeden önceki zamanlardaki gözde gölgelik, liberalizmdi. Şimdilerde olur olmaz kullanılan bir hakaret sıfatına dönüştü ama on yıl öncesine kadar liberallik, herkese akıl dağıtılan en serin alandı. Sağcı olmaya utananların da, solcu olmaya üşenenlerin de eğleşebileceği, yetmezmiş gibi her şeye yakınmış ama aynı zamanda çok da uzakmış gibi yapabilecekleri bir yerdi. Sağcılara kuvvetli “değer” sığınaklarının çok koruyucu olamayacağını, solculara zahmetli “dertlerinin” anlamsız olduğunu anlatmaya mezun olduklarını düşünüyorlardı. Dua etme ihtiyacını “evrene mesaj” atarak çözmeyi daha havalı bulmak gibi, “avam” veya demode buldukları pozisyonlara bu adaptörle ekleniyorlardı. Hem aslında olduğun şeyi inkar etmeyi, hem olamadığının parçası gibi görünmeyi sağlayabiliyordu bu durum. Şimdi sanal alem karmaşasında böyle gevşek kimlik etiketleri pek yok. Kutuplaştırma iklimi, adaptör kullanımına fazla izin verilmiyor, elverişli adaptör de pek bulunmuyor. Platformun özelliğinden dolayı köşeli iddialarla konuşmak, kendine elverişli pozisyon yaratmaktan çok karşındakileri tarif etmek, hatta mümkünse iyice hırpalamak fazla emek-zaman harcatıyor.

Birilerini pataklama ama daha çok da kendi şekilsiz duruşuna gerekçe –ya da meşruiyet- üretme derdiyle davranma refleksi devam ediyor. Üstelik uygun gölgeler ve adaptör kimlikler konusunda ciddi sıkıntı mevcut. Yerli-milli, anti-emperyalizm, vatanseverlik gibi ara konaklar çok çabuk deşifre olup kapsayıcılıklarını kaybediyor. İşte bu nedenle ortak siyasi kimlik etiketleri yerine kişisel tecrübeler öne konuluyor. Daha önceleri çok kullanıldığı için biraz gözden düşmüş ve alay konusu olmuş –ama hala müracaat edilebilen- “benim de Kürt (Ermeni, eşcinsel v.b) arkadaşlarım var” türünden çıkışlar çok kurtarıcı olmuyor. Bunun yerine tanışıklık, siyasi öncelikler veya duyarlılıklarla ilgili kuruluyor. Bunun kanıtı olarak kullanılmak üzere de çok geniş bir yelpazede “farkındalık” kayıtları yaratılmaya çalışılıyor. Çeşitli sembol isimlerin ölüm veya doğum yıldönümlerinde, herkes için farklı bir kodu olan olaylarla ilgili paylaşımlar yapılıyor. “Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü” hali, yerini her daim bayram tutumuna bırakıyor. İlgisi, ilişkisi olmayanlar yan yana getirilmesi biraz garip duracak, lüzumu iyice tartışmalı sahte “saygı gösterileri” yapıyor. Üzerinde hiç yakışmayacak hassasiyetlerden, hiç meselesi olmadığı çok açık olan önceliklerden bahseder oluyorlar.

Peki bunu niye dert etmek gerek? Çünkü fikri sığlaşma, kuraklaşma, sertleşen tutumlardan çok sahteliklerin peşini sürüyor. Kutuplaştırma veya ötekileştirme, otoriter yaklaşımın bütün platformlarda hakim kılmaya çalıştığı bir yöntem. Bunun her alanı olduğu gibi sosyal medyayı da zehirlediğine kuşku yok. Fakat bunun panzehiri olarak ileri sürülen, yalandan yüksek empatinin de anlamlı bir alternatif olduğu söylenemez. Herkesin her şey olabildiği bir muğlaklık, sert duruşları, “daha net olma” şemsiyesinin altına sokmaya yarıyor. Ne dediği ve nerede olduğu belirsiz kalabalıklar, hep aynı süreci üreten “kararsızları” büyütüyor. İtiraz ederken fazla uyumlu ve yumuşak olmak gerekmiyor, dışlayıcılığı koruyucu bir kabuk gibi kullanmaya devam demokratlık iddiasıyla birlikte yürümüyor. Her şeyi birden olmak istemenin, Necip Fazıl ile Nazım Hikmet’i aynı cümlenin içine sıkıştırmaya çalışmanın bir anlamı yok. İnsanların tek bir kimlikle tanımlanamayacak kadar karmaşık olması, her şeyi aynı anda olmak istemeyi meşru hale getirmez. Aksi davranışın normalleşmesi ırkçılık yerine, ırkçı olmak etiketinin reddedildiği bir vasat yaratıyor.