Nasıl bir toplumda, ne tür hayatlar yaşıyoruz? Bizi, orada bekleyen ne tür bir gelecektir ya da? İnsan olmak bir yönüyle de, sürekli bu soruları sormaya ve cevaplamaya, bunların anlamlarını bulmaya, keşfetmeye çalışarak, o ebedi “anlam arayışını” sürdürerek var olmaya çalışmak değil midir? Varoluşumuzun hikmet ve amacını ‘anladığımız’, deneyimlerimizi anlamlandırdığımız, kendi ideallerimizi inşa edebildiğimiz, yeni özdeşimler kurabildiğimiz ölçüde yerleşmez miyiz dünyaya? Yaşadıklarımızın ve geçmişimizin anlamlarını oluşturdukça ve tekrar tekrar dönüp o deneyimlerden öğrendikçe? Bu olağanüstü edimin vaadi ve çağrısıyla kendimizden geçerek: Çünkü biliriz ki şimdi olduğumuz kişiyi dönüştürmek, kendimizi bambaşka biri yapmak ve yeniden yaratmak daima mümkündür ve bunun bir yolu da, geçmişte olduğumuz kişiye ilişkin mütemadiyen derinleşen yeni anlamlar üretmek, o geçmişi şimdiki zamanda -demek geriye dönük olarak- sürekli yeniden kurarak genişletmektir. Belki de yalnızca, bir hayatı anlam atfetmeden yaşamanın neye benzediğini bilmiyoruzdur. Zaten başka türlüsü gelmiyordur elimizden belki de. Her insan varlığının bir hikayeden ibaret olması ya da hayatlarımızı anlatısal bir gerçeklik içinde yaşamakta oluşumuz da söz konusu anlam bağlamı ve mecburiyetiyle aynı şey değil mi? Ya da sıradan çizgisel zamandan bambaşka oluşu insanın zamanının?
Bir toplumun en temel hakikatini kavramak için bakmamız gereken yere ilişkin hiçbir tereddütümüz olmamalı: En çok dışlanan, söz ve eylemlerine kıymet verilmeyen, hayatları değerli bulunmayan, demek ölümlerinden de söz edilmeye gerek duyulmayanların yeridir orası. Yok sayılan, varlığı tanınmayanların bulunduğu yerde açığa çıkar toplumun hakikati. Zelil bir varoluşun ve sefaletin hüküm sürdüğü, zelil bir varoluşa mahkum edilenlerin ikamet ettiği kıyıda, kenarda.. Ötede, gözlerden ırak olan, acının, kederin, kimsesizliğin, çaresizliğin, yokluk ve yoksunluğun biriktiği yerde.
Şimdiki salgın/karantina zamanının uygulama ve pratiklerinin gözümüze soktuğu da bu apaçık gerçek değil midir: Toplumlarımızı kat eden derin yarılmanın aslında ne denli elle tutulur, somut hayatlara ilişkin olduğunun canlı deneyi gibi değil mi tanık olduğumuz korkunç manzaralar. Kahredici ve müstehcen bir değer skalasına göre sıralanan hayatlar yaşıyoruz işte. En değerliden en değersize, en alta doğru genişleyen bir yelpaze bu: en tepede, tümüyle steril ve korunaklı mekanlarda salgının geçişini seyredenlerle en aşağıdakiler, diptekiler.. çöpleri toplayanlar, üretim aksamasın diye her sabah yola koyulanlar, inşaat işçileri, kuryeler.. demek hayatları bir hayattan bile sayılmayanlar, bu devasa çarkın içinde kolayca ihmal edilebilir, harcanabilir gözüyle bakılanlar. Gereksizler.
Bir utanç hikayesi olarak kaydedilmelidir bu. Küçük düşme, en derinde aşağılanmış, gereksiz ve değersiz hissetme, ve bu duyguların bir de bedenlere kazınması hikayesi olarak. Gidecek, gizlenecek, görünmez olacak hiçbir yerin olmaması ne demek onun hikayesi olarak. Demek hem kendi gözümüzde hem başkalarının nazarında tuhaf bir fazlalık haline gelmemizle ilgilidir utanç. Yanlış, gereksiz, fazla olduğu hissiyle tüm varlığın büzüşmesidir. İnsanın olanca nasipsizliği, talihsizliği, önemsizliğiyle ötekilerin delici bakışları karşısında çırılçıplak kalakalmasıdır, ufacık.. Utanç çünkü, içimdeki bütün bağları çözen o keskin bıçağın birden saplanması bedenime, oracıkta erime, yok olma arzusu, demek, varlığımı bir arada tutan, yıkılmadan durmamı sağlayan, varlığımı düğümleyen o eşsiz yere sahip olduğum içindir.. Bir kalp taşıdığım için.
Kalbin çatlamasıdır utanç. Kalbin yatışması ve teselli bulmasıdır da ama. Silinmemekte direnen son göz yaşı damlası.
Utancın hemen öte yüzünde asla yok edilemez olan güçlü bir haysiyet talebinin olması bu yüzdendir: “Maruz kaldığım bu haksızlığı, bana reva görülen bu apaçık hakareti ve aşağılanmayı, bilincimin üstlenemeyeceği denli katlanılmaz olan bu -neredeyse- bedensel acıyı kabul etmeyeceğim.” Bu yüzden, bugün, dünyanın dört bir yanındaki bahtsız, kimsesiz ve güçsüzlerin hepsini birbirine bağlayan en derin bağ haysiyet talebidir artık. Amerika’da nefessiz bırakılan Siyahı, Türkiye’de ne varlığı, ne kimliği, ne de vekalet yetkisi tanınan Kürdü, dünyanın bütün sokaklarındaki temizlik işçilerini, fabrikalarda/atölyelerde/ofislerde ter döken kadın ve erkekleri, karanlık denizlere gömülen göçmenleri, çocukları, “razı değilim” diyen hepimizi tek ve büyük bir millet yapan en derin bağ. Günümüzün umut ve kardeşlik bağı. İnsanın kendini en güçsüz, çaresiz ve tükenmiş hissettiği yerde, o acziyetin, aşağılanmanın ve yok sayılmanın üstesinden gelebilmek için ümitsizce herşeyi -ölümü bile- göze almaya karar verdiği mucizevi uğrakta, ortaya çıkacak olan olağanüstü görkemliyle insanlıktır çünkü. İnsan kalarak yaşamak, kendi varlığına sımsıkı gömülü haysiyet çekirdeği ve talebini üstlenmekle eşdeğerdir çünkü.
“Haysiyet” (Kıraathane Kitapları, 2019) kitabının verdiği onca ilham için Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç’a teşekkürlerimle.