O İsim
Tanıl Bora

Online haber sitelerinde “O isim…” anonsuyla merak gıcıklama usulünü biliyorsunuz. (Bu usule bilhassa ifrit olan o ismi de hemen açıklayayım: Ümit Kıvanç.) Araba ödülünü kazanan o isim… Survivor’da elenen o isim… fuhuştan yakalanan… coronovirüs’e yakalanan o isim… herkesin konuştuğu o isim… Tıklıyor, ismi öğreniyorsunuz. Konudan, olaydan, hadiseden geçmişsiniz, “o ismi” merak ediyorsunuz.

Futbol havadislerinin dilinde de isim tecessüsünü okşamak var. “Hedefte yeni bir isim var;” “Yerli bir isimle anlaşacağız;” “bazı/ses getirecek/önemli… isimlerle görüşüyoruz”…

Gündelikleşmiş, yerleşik hale gelmiş bir dizi kullanım daha: “Kendisi çok değerli bir isim”… “sağlam durmuş/yanımızda durmuş bir isim”… “şurada şurada görev/yöneticilik yapmış bir isim”… “şu şu kitapları yazmış bir isim”… “şu alanda/işlerde çalışmış bir isim”… “şu tecrübeyi yaşamış bir isim”… “şuna buna… inanan bir isim”… “hayran olduğum bir isim…”

Akademik metinlerde de, misal İdris Küçükömer “12 Mart ara rejiminin hedef aldığı isimlerden biri,” misal Şerif Mardin “merkez-çevre paradigmasını gündeme getiren bir isim,” misal Hegel “felsefe tarihinde çığır açmış bir isim,” diye zikredilebiliyor – veya, “diğer bir isim olarak Heidegger...”

Birisinden, bir insandan, bir kişiden, “isim” diye bahsetmek iyiden iyiye yerleşmiş, yaygınlaşmış vaziyette. Konuşma modasıdır, tabii. Her moda gibi, bir bakış, bir idrak tarzının da alâmeti.

“İsim yapma” deyiminin uçlaşarak paradokslaşması sayabiliriz miyiz bu kullanımı? Bir kişinin, bir insanın, belirli bir faaliyetiyle, performansıyla isim yaptığı anda, onunla bilindiği anda, bir isim haline ve o isim haline gelmesi – o isimden ibaret hale gelmesi… İsmin, kişiliği temsilden öte, onun yerine geçer hale gelmesi… İsmin, sıfatlaşması: birisinin şunu bunu yapmış, şöyle tavır almış olmasının, falan şeyle meşgul olmasının, onun alâmeti-i farikası haline gelmesi.

“İsim,” markadır, etikettir bu kullanımda. “İsim” diye bahsetmek, şahsı, insanı markaya, etikete dönüştürür. Bahsedenlerce, bir performansa dönüştürülür.

***

Hasan Âli Yücel, 1947’de bakanlıktan uzaklaştırıldıktan, 1950’de milletvekili seçilemedikten, partisi CHP’den istifa edip siyasetten çekildikten sonra, 1952 Haziran’ından itibaren Cumhuriyet gazetesinde “Öğretmen Öğrenci Köşesi” başlığı altında eğitim sorunları üzerine düzenli yazılar yazmaya başladı. 1958 başlarına kadar sürdürdüğü bu yazıları “Eski bir öğretmen” diye imzalıyordu. Biliniyordu yazarın Hasan Âli Yücel olduğu, anlaşılıyordu da.

Ama bilmeyen, çıkartamayan da vardı. Ara ara gazeteye mektup yazıp yazarın ismini öğrenmek isteyenler çıkıyordu. 1955 Mayıs’ında mesela, Finike'den bir öğretmen, “Yazılarını zevkle okuduğumuz yazarın adının bildirilmesini” istemiş.

“Eski bir öğretmen”in buna verdiği cevabı uzunca aktaracağım:

“Ben, okuyucularımı şahsen tanımadan nasıl rahat rahat yazıyorsam okuyucularım da beni bilmeden gürül gürül yazılanları okuyabilirler. Demokrasi rejimlerinde, malûm ya, şahıslar değil, eserler mühimdir. Eski Öğretmen, tek parti ve şef devrinden kalma olduğu için bundan önceki rejimde yalnız onun şahsı öğrenilmiş, fakat eserlerine pek göz atılmamıştı. Şimdi demokrasiden istifade edip bu masumun şahsı bilinmeden fikirleri, kanaatleri tanınsın, istiyorum, bundan iyi bir usul olur mu? Adımı bilseniz, hemen her satırda, her cümlede zihniniz tabii olarak perde ardı bir mana arayacaksınız. Halbuki, Allah sizi inandırsın, içimde böyle bir şey katiyyen yok!”

Devamında, “demokraside şahıslar değil eserler mühimdir” şiârını bir “atalar sözü”nü tadil ederek vurgulamış Yücel. “Söyleyene bakma,/ Söyletene bak!” sözünü hatırı için değiştirmelerini, onun yerine şöyle demelerini istemiş okurlarından: “Söyleyene bakma,/Söylenene bak!”[1]

 “İsmimi ne yapacaksınız?” tevazuu ve anonimliği, tabii, aynı zamanda bir kırgınlık performansıdır Hasan Âli Yücel’de. Performanssa performans; “söyleyene bakma, söylenene bak!” düsturunun, şahsa bakmak yerine esere bakma alışkanlığını telkin edişin altını çizelim.

***

Bir gün Mülkiyeliler Birliği lokalinde, o zamanki şef garson Devlet abi Ulus Baker’in de oturduğu masaya yanaştığında, “işte ulus-devlet!” demişti birisi. İsmin performatif hale gelmesi deyince…

Ulus’un yıldönümlerine (14 Temmuz 1960 doğum, 12 Temmuz 2007 ölüm günü) yakın tarihli yazılarımda muhakkak onu andığımı fark etmiş olacaksınız.

“Eğer birisi bir şeyi adlandırırsa, geriye tartışılması gereken fazla bir şey kalmaz,” diye yazmıştı Ulus.[2] Kastettiği şahıs ismi değildi, ama ona da uzanan alelumum kimlik belâsıyla meşguldü hep. “Hukukî bir varsayım” dediği kimliklerin yerine, kimliğin asla yerini tutamayacağı deneyime, yaşantıya bakmaya çağırıyordu – kimliğin, deneyimin, yaşantının, ilişkinin yerini tutar hale gelmesine yüz vermemeliydik.[3] Spinoza’dan ilhamlığa, bireyliğin aslında çoğul olduğunu, onu ruhun dalgalanışına tabi bir beden gibi düşünmek gerektiğini hatırlatıyordu.[4]

***

Ulus’un “Cemaat” başlıklı iki sayfalık bir metni var.[5] Onun yazı varlığı içinde sıra dışı bir metin. Vurucu bir kısa hikâye, diyebiliriz. Fonda bir yoksul mahalleyi, bir tecavüz vakasının sisi içinde seçebiliyoruz. ‘Kahramanlar,’ sırayla isimlerini verirler. Şöyle… “Bana Hacer deyin.[6] Kolaylık olsun. O çok alıştığınız, ekrana gelir, yazıya gelir kolaylıklardan.” “Bana Ahmet deyin. Niye Ali değil? Babama sorun…” “Bana Gülsün deyin (ya da Gülsüm.)… Hacer’den farkım yok.” “Bana Bekir deyin.” Kısa anlatının sonunda, isimler resmigeçit yapar: “Hacer, Ahmet, Gülsün (ya da Gülsüm, hatta Gül bazen) ve Bekir… Bir de Ali…” Ve şöyle toparlar, anlatıcı: “Biz işimize bakalım, sevgili okuyucu ve onlara ONLAR diyelim…” Madûnun isminin ehemmiyeti yoktur. Birbirinin yerini alabilecek, öyle de denebilecek böyle de denebilecek isimlerle anılıyor, kendi kendilerini bile öyle anıyorlardır. “Onlar”dır neticede. İsmi ne yapacaksınız…

***

Ulus’tan bahseden paylaşımlarda da, hemen karşımıza çıkıyor: “çok kıymetli bir isimdi, “sinema camiasında çok tanınan bir isimdi,” “özel bir isimdi.” Hacer gibi, Gülsün-ya da Gülsüm-hatta-bazen-Gül gibi, Ulus da, “isim” değildi.


[1] Hasan Âli Yücel: Öğretmen Öğrenci Köşesi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1995, s. 429-430.

[2] Kanaatlerden İmajlara, çev. Harun Abuşoğlu, Birikim Kitapları, 2015 (4. baskı), s. 81.

[3] Dolaylı Eylem, derleyen Ege Berensel, Birikim Kitapları 2015, s. 362.

[4] Kanaatlerden İmajlara, çev. Harun Abuşoğlu, Birikim Kitapları, 2015 (4. baskı), s. 344.

[5] Yüzeybilim-Fragmanlar, der. Ege Berensel, Birikim Kitapları, 2019 (2. Basım, 2. baskı), s. 390-391.

[6] Hacer isminin seçimi tesadüfî olmasa gerek. Hele bir de “kolaylık olsun” diyor! Hz. İbrahim’in eşlerinden, köle-cariye Hacer’in kutsal kitaplarda ‘problematik’ bir yeri var. İbrahim’in öteki eşiyle, özgür-eş Sâre’yle karşıtlık içinde konumlanır; Sâre’nin manevî bilgi ve erdemi temsil etmesine karşılık onun eskiyi ve dünyevî’yi temsil ettiği düşünülür. Yahudi yorum geleneğinde bazı noktalama işareti farklarıyla ‘yabancı’ olarak da okunabiliyormuş. İncil’de, bir meleğin ilk karşılaştığı insandır. Kur’an’da anılmaz ama zımnen zikredildiğine, İbrahim’in Sâre’yle müşterek sesinin işitildiğine dair okumalar yapanlar var. Üç İbrahimî dinde Hacer ve Sâre’nin yeri hakkında zengin bir tartışma: https://www.kirchentag.de/service/meldungen/berlin/april_2016/trialogische_bibelarbeit_hagar

Ulus, önemli bir kısmını ‘zaten’ biliyor olmadığımız, araştırıp bulabileceğimiz bu gibi malûmatı geçerken anlatıverirken, hep “dikkat ederseniz,” derdi. Bilmediğimizi bilmezden gelen bir tecahül-i arifâne sanatı.