Yitik Ses
Derviş Aydın Akkoç

Onca yana yakıla aranan şey şimdiye kadar hiç işitilememiş yahut dünyaya salınamamış bir "ses”tir belki de: aranan, bazen bulunduğu var sayılan ama esasında bulunamayan, bulunamadıkça da inciten, öznesine acı çektiren bir ses... Sesi işitmek kadar onun faili de olmak, ses çıkarmak: bir ifade, bir dışa vurum yerine göre –anlamını sonradan açacak, söze dönüşecek- bir sesten başka nedir ki: Yokluğuyla kişiyi huzursuz eden, korku ve kaygılarını açık bir yara gibi diri tutan, ama efkârında yoğun bir özlemi de besleyen “bir” ses: “Sesin nerde kaldı, her günkü sesin” diyordu şair Ahmet Muhip Dıranas, o nefis şiiri “Karda”:

“Kardır yağan üstümüze geceden / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden / Ormanın uğultusuyla birlikte / Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte / Kar yağıyor üstümüze inceden /../ Sesin nerde kaldı, her günkü sesin.”   

Unutulmuş, uzak ve ıssız vakitlere ait bir sesi değil, “her gün” duyulan bir sesi özleyip beklemek, o bekleyişin tazyikiyle de kâh şikâyet etmek kâh iç geçirmek; gecikmiş, zamanında işitilememiş, kavuşulamamış sesin tedirginlik yaratan boşluğunu, o boşluktaki karanlık sessizliği yatıştırmak adına çaresizce beklemek, ama nasıl ki “yağmur iyinin de kötünün de üzerine yağıyorsa” kar da öyledir: “Sesin nerde kaldı, kar içindesin.” O ipek gibi yumuşak, inceden yağan kar giderek kalınlaşır, ağırlaşır, beklemek sancıdan ağrı katına yükselir, beyaz bir ölüm duygusu ve korkusu olarak, hafıza da dahil her yanı ama her yanı örter kar, sesi de sesin öznesini de üstelik: unutuşun önünde ürkütücü bir duvar gibi yükseliyordur bembeyaz kar: “Sırf unutmak için, unutmak ey kış! / Büyük yalnızlığını dünyanın.” İnsan kendi küçük yalnızlığıyla dünyanın büyük yalnızlığının bir parçasını oluşturur. Yalnızlığın sızısına merhem çalacak olansa işitilmek istenen, belki alışılmış ama kesilmelerle de olsa sevilen, kaynağı belirsiz, sisler içindeki sestir. İnsan ses çıkarmak, sesini duyurmak, sevdiği insanların –varlıkların- seslerini işitmek ister. Ne var ki, yağmurlu ve karanlık düşüncelerden yağan, başlangıçta ılık ve şirin olan kar unutuşu imkânsız kıldığı gibi sesin işitilmesini de imkânsızlaştırır: kar, beklenen o kurtarıcı sesin de üzerine yağdıkça, sesi daha bir kapladıkça yalnızlık kozmik bir genişlik edinir... Çıkarılamayan, hayatın akışına bırakılamayan sesin yerini sessizlik, kırık dökük de olsa konuşma ediminin yerini ise suskunluk alır, hayatın oralarında buralarında...

***

“Nerde kaldı” diye sitem edilen, hatta tepki gösterilen bu ses, belki de öznenin kendi kayıp sesidir: Doğumla gelen o ilk terk edilişe, ilk yalnızlığa, savunmasızlığa karşı çıkarılan çocuksu bir serzeniş, beyhude bir protesto, daimi hale gelecek bir sızlanma ya da keskin bir çığlık olarak insanın kendi sesi. Kişinin bu dünyadaki varoluşu, yaşadığı ve daha da yaşayacağı deneyimlerin amacı kendi yitik sesini arama meşguliyetinden ibaret galiba... Edip Cansever’in “kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan” dizesindeki o imkânsız “yer” pekâlâ “ses” düzlemine de kaydırılabilir: “kim bulmuş ki sesini.” Yığınla sözün, çığ gibi çoğalan gürültülerin, imge ve imaj akışlarının, hafızanın aman vermez siren seslerinin arasında kişinin kendi sesini bulması, tanıması ve nihayet sesini dışarıya, ötekine ulaştırması, iletişim ve diyalog addedilen metafizik muammanın icra edilmesi: Öznenin kendi sesiyle konuşması, kendi sesine yaslanarak hakikatine sadakat geliştirmesi, arzusuna sahip çıkması, eylemde bulunması, kendini dünyanın büyük yalnızlığına, bu yalnızlığı vücuda getiren diğer seslere açması... Ama ne çare, nasıl da zordur bu kayıp sesi bulmak, ona kavuşmak, bir kez kavuştuktan sonra da onu muhafaza etmek, başkalarının seslerine kaptırmadan, yalana boğmadan onu geliştirmek...  

***

Daha dün işitilmiştir ama belli ki aradan bin yıl geçmiş gibidir, “her gün” işitilen ama bir günlük yokluğuyla bile darmadağın eden, “sesin nerde kaldı” çıkışının bir muhatabı da sarsıntılı ilk aşk ağrısının faili gibi... Yağan karın ürpertisini bastıracak, insanı yalnızlık cehenneminden çekip alacak, sesiyle yaşamı katlanılır kılacak, güven ve tatmini karşılıksız sunacak olan bu fail, sonu gelmez ikamelerle, düşüp dağılan maskelerle, hayal kırıklıklarıyla en aşağıda ve en dipte duruyor gibidir. Çıkarılmak istenen sese de işitilmek istenen sese de mührünü basan bir sevgisizlik ya da sevgi isteği doğumdan ölüme ruhu allak bullak ediyordur sanki. Freud bu faile ve onunla kurulan netameli ilişkiye işaret eder, adlı adınca: “[Birey açısından] her seferinde, daima, doğum esnasındaki ilk büyük korku durumunun temelinde yatan bir vaziyet söz konusudur: koruyucu anneden ayrılma korkusu.” Aşılması, geride bırakılması hiç ama hiç kolay olmayan bu kök-korku kişiyi asla bırakmayacaktır: öznenin bütün terk edilme ve yalnızlık korkularının temelinde yatan, kendini yeniden ve başka içeriklerle üreten bu korkunun yaşamı bir kâbusa dönüştürmesi de mümkün tabii: dünyaya düşer düşmez -zamanla politik veçheler de edinecek olan-, ciğerlere çekilen havanın gırtlağı yakmasıyla atılan o ilk çığlık, boğazdan çıkan ses, ilk imdat ve eyvah nidasının karşılayıcısı olan faile duyulan aşkta bir yetersizlik yahut eksiklik kendini duyurur duyurmasına ama, bunun yanı sıra yıkıcı bir ihanete uğramışlık duygusu da vardır korkunun berisinde işleyen: aşkın nesnesi, yabancı, soğuk ve başka bir yüz tarafından paramparça ediliyor, nesne kayıplara karışıyor, bireyin yazgısına ise bu parçalanmanın yarattığı sesleri bulmak, kendi sesini çıkarmak ve işitilmek çabası düşüyordur, nafile bir çabayla...

***

Ama neyse ki, bir başka bağ ve ses kaynağı olarak dostluk da vardır yeryüzünde: gecenin karanlığında, bir köşe başında, sabahın ilk sigarasını içerken, haber okurken, bir romandan cümleye dalmışken, ya da sokaklarda az biraz şaşkın yürürken; eşyaların, bilgisayar ya da akıllı telefon ekranlarının, bitmeyen kalabalıkların, trafik ışıklarının arasında kendi yitik sesi dışında harici seslere gömülmüşken, beklenmedik bir anda gelen, uykulardan uyandıran, toparlayıp silkeleyen bir ses, müşfik bir selam: yüzün nasıl?