Erkeğin Yittiği Yerde
Aksu Bora

“Neden yapıyorlar bunu?” diye sordu arkadaşım. Kadın katliamını kast ediyordu. “Çünkü” dedim, “yapabiliyorlar”.  Bir yandan biliyordum bunun ne kadar yetersiz bir cevap olduğunu, bir yandan da verecek başka cevabım yok gibiydi. Patriyarkadan mı bahsetmeliydim? Kadın düşmanlığından? Erkeklik krizinden? Bildiğim, alıştığım, içinde rahat ettiğim kavramlarla başım dertte bir süredir. Suskun ve cansız nesnelere dönüşmüşler gibi. Eline alıp biraz sallıyorsun, dürtüyorsun falan ama tık yok. Muhtemelen işin kendimle ilgili bir kısmı vardır, olur bazen öyle, yetemezsin, yetişemezsin. Ama bundan ibaret olduğunu sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki, bir zamandır kavramlarımız yetmiyor; onları yeniden işler kılmaya, canlandırmaya ihtiyaç var. Bilemiyorum nasıl olacak.

Böyle durumlarda sanat yapıtları iyidir. Pek suskun değillerdir, yanlış sorulara bile verecek doğru cevapları bulunur. Çok dillidirler, çok katmanlı. Temasa geçtiğinizde sizi de içlerine alır, dönüştürürler. Bazen çok eski bir hikâye, bazen bir fotoğraf, bir film. “Çünkü yapabiliyorlar” cevabına yaklaşabilirsiniz mesela. Yaklaşmak evet, yalnızca zihinsel olamayacak bir eylem.

Edebiyat eleştirisinin sanat sayılıp sayılmadığını bilmiyorum. Bazen, bazı metinler (diyelim Nurdan Gürbilek’in denemeleri) konu ettikleri yapıtlarla aynı malzemeden yapıldıklarını düşündürürler, kendileri de birincil metinlerdir. İnsan İkinci Hayat’la Uzun Yürüyüş’e yaklaşabilir; aynı zamanda Uzun Yürüyüş’le İkinci Hayat’a da yaklaşabilir ama. Madem “yer duygusu”.

Türkçe edebiyat eleştirisinin mükemmel örneklerinden biri, nihayet yeniden yayınlanıyormuş. Zeynep Ergun’un Erkeğin Yittiği Yerde’si. Alt başlığı Yirmi Birinci Yüzyılda Türk Romanında Toplumsal ve Siyasal Arayışlar 2000-2006 olan bu kitap, 2009’da, Everest Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Sonra ortadan kayboldu, sahafta filan da bulunamadı. Neyse ki Notos Kitap çok hayırlı bir iş yapmış, bugünlerde ikinci baskı kitapçılarda olacakmış.

İnsan, Erkeğin Yittiği Yerde ile Kar’a[i], Amat’a[ii], Baba ve Piç'e[iii] tabii, ama kadın katliamına da yaklaşabilir. “Çünkü yapabiliyorlar”ın ne demek olduğunu, bir şey demek olduğunu düşünmeye girişebilir. Bunu Zeynep Ergun kitabın girişinde söylüyor. Ve ikinci baskıya yazdığı önsözde de (sanki bir başka kitabın tohumuymuş gibi o önsöz, keşke öyle olsa).

Akılcılık, düzen, mantık gibi hayaletlere öylesine kapıldık ki aslında tümden delirdik. Korkuyoruz: ölümden, kaostan, olmamaktan, kimliksizleşmekten. En çok korkanlar, korkularını patolojik ölçülere vardıranlarsa erkekler: ikili karşıtlıklar olmazsa yok sayılacaklarını sezen, kadını kendi varlıklarını kanıtlamak için kullanan, onda ötekini yaratarak “ben”i oluşturan, kurgulayan erkekler. Gözleri phallus’larında, erki yitirme kaygısıyla yanıp tutuşuyorlar. “Ben” bir imgeye dayandığında kaçınılmaz olarak imgeleşiyor, soyutlaşarak gözden kaybediliyor, kaybedildikçe daha da panikle aranır duruma düşüyor. Sistem sürekli phallus’larının hâlâ orada olduğunu, yitirilmediğini kendi kendilerine kanıtlamak, hatırlatmak zorunda kalan, korku ve endişe dolu erkekler yaratıyor. İçinden çıkılmaz, ölümcül bir kısırdöngü.

Bu alıntı size hemen “erkeklik krizi”ni düşündürmesin, daha büyük bir şeyden bahsediyor- ya da şöyle demek daha doğru, o krizin düşündüğümüzden daha büyük bir şeye işaret ettiğinden.

Murat Uyurkulak’ın Har’ını, Ahmet Ümit’in Kavim’ini ve Latife Tekin’in Muinar’ını da incelemeyi düşünmüş fakat yakın okumada bu kadar fazla metinle baş edemeyeceğinden korkup vazgeçmiş. Özellikle sonuncusunu, Muinar’ı erkekliğin yitimi problemi içinde okumak ne güzel olurdu.

Kitap, 2000’lerin başında yazılmış üç romanı ele alıyor. Bu üçünü “yakın okuma”ya tabi tutarak onlarla sınırlı olmadığını söylediği “erkek tedirginliği”nin izini sürüyor. Tam anlamıyla bir iz sürme bu; detektif gibi, ipuçlarını takip edip parçaları birleştirerek, kocaman bir panoya zanlıların fotoğraflarını asıp ilişkileri ortaya çıkararak… (Zeynep Ergun’un Kardeşimin Bekçisi/Başlangıcından İkinci Dünya Savaşı’na İngiliz Detektif Yazını diye efsane bir kitabı daha var. Everest Yayınları tarafından 2003’te yayınlandı; ikinci baskısını Labirent, 2016’da yaptı. Polisiye üzerine bir inceleme için daha iyi bir isim düşünemiyorum: Kardeşimin Bekçisi)

Değil mi ki içinde yaşadığımız dil erkek merkezli, değil mi ki kurmaca metinlerin yurdu da bu dil, o halde yazarın bilinçli tercihi olsun olmasın, kullandığı sözcükler, söz kalıpları, metaforlar ve isimler, panoya raptedilmeli, ilişkiler kurulmalı. Sadece metnin içerdikleri değil, dışladıkları da görülmeli. “… metnin dışında bıraktığı kimi öğelerin, sildiği ve görmezden geldiği bazı sözcük ve kavramların yaşamsallığına inanıyorum. Kadının ve kadın bedeninin, cinselliğinin bütünlüğünün yok sayıldığı, sıfırlandığı bir kültürde roman metnindeki boşlukların bu yadsımayla ilişkisini araştırmak istiyorum. Erkeği yaşar ve yitirilmemiş durumda tutmak uğruna yitirilenler bu boşluklardan bize bağırmakta, varlıklarını kanıtlamaya çalışmakta.”

2000’ler Türkiye’sinde yazılmış üç romanın ortak özelliği ne ki Zeynep Ergun onca metin arasından bunları seçmiş? Diyor ki, üçünde de kurgunun dinamiği şiddet ve ölümle işliyor ve bu şiddet ve ölüm, kadınlarla bağlantılı. Bir de elimizdekinin müthiş bir iz sürme metni olduğunun habercisi gibi, Coleridge ortaklığı var. “İngiliz Edebiyatı hocası, 200 yıl öncesinin İngiliz şairini tozunu silkeleyip önümüze koyması bundan” diyecekseniz demeyin, Coleridge’in tozunu silkeleyen o değil, Orhan Pamuk’la İhsan Oktay Anar! Zeynep Ergun da ne yapsın, iğnelemiş panoya. Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun çatırdadığı bir dönemin yaratamama kaygılarıyla boğuşan Romantik şairindeki endişenin yirmi birinci yüzyılda Türkiye’de yazılan romanlara nereden sızdığını merak etmez mi insan?

Bir de “arkasına bakmadan çekip gitmiş” Lilith mevzuu var ki, öyle böyle değil. Benim için Lilith’in pek yakınlık duymadığım bir tür feminist romantizm imgesi olmaktan çıkıp kanlı canlı bir varlığa dönüşmesi, bu kitapla olmuştu -feminist romantizm alerjimi düşünmemin de vesilesi. Kayıp isim gibi bir şey- ama yasın değil, umudun konusu olmaya zorlayacak kadar kanlı canlı, sürprizlerle dolu, arkasına bakmadan çekip gittiği gibi çat kapı gelebilecek biri.   

Şimdi, erkeklerin öldürdükleri kadınların fotoğraflarına bakıp öfkeden taşlaşmışken, “neden yapıyorlar” sorusu kaskatı, “çünkü yapabiliyorlar” cevabı sessizken, Lilith’in çat kapı gelebilecek olduğunu hatırlatan birinin sesini duymaya çok ihtiyacım vardı. Çatılan şeyin dağıtılabileceğini. Güçlü bir rüzgârın metinden metine yankılanan korkuyu, yitip giden bir erkekliğin kendi varlığını kanıtlamak için yarattığı dehşeti silip süpürebileceğini.

Kulak verin, “metinden metne yankılanan korku ve tedirginliği” değil sadece, taşları önüne katıp götüren suyu da duyacaksınız. Uğultuyu. “Benim metnim” diye biten bir kitap, yitirilen erkekliğin yasıyla değil, gücünü toplayıp baş kaldıran kadınların vaadiyle ilgilidir.


[i] Orhan Pamuk, İletişim Yayınları, 2002.

[ii] İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları, 2005.

[iii] Elif Şafak, Metis Yayınları, 2006.