Delibo: Solun Yoksullukla İmtihanı
Barış Özkul

Murat Uyurkulak’ın Haziran ayında yayımlanan Delibo’su çağdaş edebiyatın radarına uzun süredir pek girmeyen, okurun ilgisini eskisi kadar çekmeyen bir temayı ele alıyor: Solun yoksullukla ilişkisi. Delibo’da, mahallenin kaybolan ve bir türlü bulunamayan delisi "Deli İbo", kaybedilen ve bir daha ele geçirilemeyen bir ideali simgeliyor: Komünistlerin yoksullarla kopan ilişkisi.

Beynelmilel İzmir: Delibo ya da Abraham

Bornova, Basmane, Karşıyaka, Alsancak, Pasaport gibi yerlerde geçen Delibo’da İzmir başından beri, iki yönüyle, beynelmilel mazisi ve barındırdığı sınıfsal çelişkilerle öne çıkıyor. Beynelmilellik ilkin karakterlerin isimlerinden okunuyor: Yasemin Berova, Yusuf Kavala, Salih Priştine, Kerem Bosna, Selanik mübadili Nezih.

Romanın kahramanı Yusuf Kavala ile babası Sefer’in tanıdığı herkes, edindikleri tüm alışkanlıklar bir Balkan geçmişine sahip. Yusuf; Tito’nun portresinin asılı olduğu, İzmir’e göçen eski Yugoslavyalı solcuların uğrak yeri bir kahvehaneye devam ediyor. Babası Sefer oğluna kızdığında “malaka” diye Yunanca çıkışıyor. Yusuf’un gözde meyhanesi Kemal’in Yeri’nde Dalaras’tan Hasapiko çalınıyor (Kasap Havası). Rembetiko film müzikleri, Eleni Karandüri külliyatı, buzuki… İzmir’in bu beynelmilel folklorik ögelerine Delibo’da sıklıkla rastlanıyor.

Delibo’daki beynelmilellik vurgusu kültürel bir renk taşıdığı gibi politik bir hesaplaşma da içeriyor. Yasemin’le beraber Delibo’yu aradıkları sırada Yusuf, Yunanistan İşçi Marşı’nı okumaya başlıyor: “Ege Denizi kararınca / Dağlar uykuya dalar / Yine ıssız ovalarda / İsyan ateşi yanar…” Başka bir yerde bestesi Stavros Harkakos’a, güftesi Nikos Gatsos’a ait “Annem Yunanistan” şarkısı çalıyor. Bir yerde de "Enternasyonal". Yusuf’un bindiği taksinin şoförü, “Gavur İzmir” yakıştırmasını sahipleniyor:

“[Bize] boşa cavur İzmir demiyorlar… Biz bu ülkeye ait değiliz abi… Yunanistan’la birleşmemiz lazım bizim. Kestirmeden Avrupa Birliği’ne de üye oluruz, fena mı?” (s. 65).

Murat Uyurkulak herhalde İzmir’i karış karış bilmenin aşinalığıyla mübadele öncesinin İzmir’i ile Cumhuriyet İzmir’i arasında kaybolan değerleri anlatmak için doğru mekânlar seçmiş. Sevinç Pastanesi’nin yanından Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne dalan Yusuf, caddenin ismiyle işlevi arasındaki çelişkiyi fark ediyor:

“Eğlencenin, cümbüşün, kahkahanın başkenti olan bir caddeyi şehadete bağlamak nasıl uçuk bir aklın işiydi, hayret etmemek mümkün değil…” (s. 176)

Caddeyi kesen sokaklarda dolaşırken başka bir tuhaflık ilgisini çekiyor: İzmir’in sokak adları 1400 küsurlu rakamlarla devam eder. Meşhur büyük yangından sonra şehirde genel bir temizlik yapılırken gayrimüslimlerle birlikte sokak isimleri de kentin hafızasından silinmişti: “1401, 1402, 1403” diye devam eden yeni sokak isimleri İzmir'i Türkleştirme girişiminin bir sonucuydu. Yusuf Kavala “fena mı oldu yani?” diye soruyor:

“Pek de hayırlı, pek de münasip olmuştu! O zengin, tahsilli, o kibirli gayrimüslimler, onca Rum, Ermeni, Yahudi yerli yerinde kalsa daha mı iyiydi? Onlar hâlâ İzmir’de yaşasa, ümmet hâlâ tarlalarda tütün kırıyor, dağda bayırda koyun otlatıyor, sokaklarda hamallık yapıyor olmayacak mıydı?” (s. 176)

Delibo’da İzmir’in beynelmilel dokusundan gayrimüslimlerin nasıl söküldüğünü anlatan (el değiştiren konaklar vs.) başka bölümler de var ama bu beynelmilellik konusu asıl yoksulluk ve solla ilgili, daha başat bir meseleye bağlanıyor.

Bireysel bir kimliği olmayan Delibo’nun solun tüm dünyada “yoksullarla ilişkisi”nin kopuşunu simgelediğini belirtmiştim. Bu kopuş ortak bir insanlık hali olarak milletler arasında bölüştürülmüş: Yasemin Berova’nın Hayfa Film Festivali’nde tanıdığı bir başka eski İzmirli Yahudi Jülyet’in babasının İzmir’den ayrılırken geride bıraktığı Abraham adında zihinsel engelli bir oğlunun olduğu anlaşılıyor. (“Zihinsel engellilik” önemli çünkü özellikle İzmir’de “halkın geri zekâlılığı” yaygın bir motiftir). İbrahim’in İbranice yazılışının Abraham olması; Delibo ile Abraham tariflerinin birbirini tutması Delibo ile Abraham’ın aynı kişi olduğunu gösteriyor. Ama Abraham’la ilgili ilginç bir bilgi daha var: Jülyet’in babasının adı Mario Bronştayn! Bronştayn, yani Troçki’nin soyismi. Delibo ve Abraham, Troçki’nin evlatları olarak, yoksul ve kimsesiz işçi sınıfının simgesi. En sonda Yusuf’un babasının evinden Altıncı Enternasyonel’in Programı’nın çıkması, Ken Loach’un evi ziyaret etmesi hep aynı temanın çeşitlemeleri.

Solun Yoksullukla İmtihanı

Murat Uyurkulak, bir yandan yoksulluğun, fukaralığın dibini, ezik büzük geçirilen yılların açtığı derin yaraları, karanlık çukurları bilirken öte yandan solun yoksulluğa bakışını anlatmakta usta bir yazar.

Delibo’da Yusuf Kavala ve Yasemin Berova, yıllar sonra bir araya gelip “mahallenin kaybolan delisi” Delibo’yu bulmak için gazeteye ve sosyal medyaya ilan veriyorlar. İlana ilkin Salim Priştine diye bir öğretmen, Delibo’nun kendi oğlu olduğunu söyleyerek cevap verip Yasemin’i ve Yusuf’u evine çağırıyor. Ancak ziyaret sırasında Salim Priştine’nin akıl sağlığının yerinde olmadığı anlaşılıyor: Salim öğretmen, “Ben Sabahattin Ali’nin gayrimeşru oğluyum, Sabahattin Ali ile annem 1944’te İzmir’de tanışıp sevişmişler” diye bir yalan atıyor. 1949 doğumlu bu adamın Sabahattin Ali’nin oğlu olamayacağını anlayan Yusuf öfkeyle evden çıkarken, böyle öğretmenlerden İzmir’de çok olduğunu söyleyerek yakınıyor:

“İzmir, aklını yitirmiş emekli öğretmenlerle doluydu. Son demlerinde, hayatlarını adadıkları, kimsesizlerin kimsesi saydıkları cumhuriyet can çekişirken yana yakıla boşa yaşamadıklarını anlatmaya çalışıyorlardı” (s. 97).

Cumhuriyet’in Salim öğretmenleri “Delibo”larla hiçbir zaman eşit bir ilişki kuramadılar: Onları terbiye etmekten öteye geçip aynı dilden konuşabilecekleri, dostluk kurabilecekleri bir dilde bir türlü buluşamadılar.

Öğretmen Salim Priştine’den sonra “akademisyen” Alp Deliorman, üniversite kampüsünde Delibo’ya rastladığını söyleyip Yasemin ve Yusuf'u evine çağırıyor. Kendi de Deliboluğun sınırında yaşayan, eski sabıkalı, uyuşturucu müptelası, işsiz ve yok yoksul Yusuf Kavala, Alp Deliorman’a çok geçmeden ifrit oluyor ve bunu akademisyenlerin genel olarak kibirli olmasına yoruyor: “Bu akademisyenlerin bitimsiz merakı…”; “Bu akademisyenlerin tükenmez ahkâmı…”; “Alp Deliorman zaptedilecek gibi değildi…”, “Alp Deliorman susacak gibi değildi…” (s. 109). Alp Deliorman’ın evinde Yusuf’un gözü bir ara Dalgın Sular İki/Tutku-4000 başlıklı bir İskender Savaşır dosyasına ilişiyor. Deliorman, Savaşır’dan “Büyük bir zekâ, eşi bulunmaz bir değerdi, içe kapanık, ilginç bir karakterdi, çevresine neyle meşgul olduğunu pek anlatmazdı” diye övgüyle söz ediyor. Tam o sırada Yusuf Kavala'nın aklına İskender Savaşır’ın Defter dergisinin 19. sayısında yayımlanan yazısından bir cümle geliyor: “Güller… Onları bırakan bir sahtekâr olduğunda bile yine güzel.”

Delibo’da akademisyenlerin yanına yazar-çizer-yayıncı bahsinin de eklenmesi yoksulluk üstüne düşünen solcuların aslında yoksulluğu çok fazla tanımayan, ya da en fazla kitaplardan tanıyan kişiler olduğunu vurgulamak için anlatıya yerleştirilmiş. Başka bir yerde Yusuf Kavala, derdini, yoksulluk belasını "İngiltere’ye yerleşen yayıncı" diye bahsettiği Osman Akınhay’la paylaşmayı düşünüyor.

Yasemin ve Yusuf’a Delibo'yu ararken öğretmen-yazar-çizer-yayıncı takımından pek fayda gelmiyor. Delibo’yla sahici bir ilişki kuramayan aydınların ve yarı-aydınların aynı zamanda ruhsal birtakım problemleri olduğu anlaşılıyor. İlgiyi hep kendi üzerlerinde istiyorlar. Delibo’yu bahane edip genç ve güzel Yasemin’le yatmak isteyen profesörün; sinemada yoksul çocukları taciz eden ağır ceza hâkiminin gözünde yoksulların ne yaptığı önemli değil. Bir de Yusuf’un babası gibi vaktiyle çok sevdikleri, katiyen toz kondurmadıkları, “adına halk denen, fazilete tok, sadakaya aç kalabalığa” küsen solcular var. Bunlardan yaka silken Yusuf ve Yasemin üniversite kampüsünde Delibo’yu arayan solcu öğrencilere büyük sempati duyuyorlar. Solcu öğrencilerin heyecanına bakıp “gençlikten başka din yok şu âlemde” diyorlar.

Ama Delibo’da gençlik ve öğrencilik de her zaman olumlu bir kategori değil. İzmir’in zengin ailelerinin kibirli, ırkçı, fukaralık nedir bilmeyen çocuklarından Yusuf Kavala hiç hazzetmiyor:

“Tarlabaşı’ndan buruş buruş bir çiçekçi devanası getirsem veya Kadifekale’den, üzerinde midye dolma buharları tüten façalı bir heval, çil yavrusu gibi kaçışacaklardı sağa sola, biliyordum.” (s. 162)

Fukaralıkla zenginliğin kitabi meseleler olmaktan çok insanların davranış kodlarında silinmez izler bırakan varoluş biçimleri olduğunu; zengin çocukları her türlü insani ilişkide kadim bir dengeyi tutturup medeni bir seviyede, doğru bir mesafede durabilirken fakir çocuklarının elini kolunu nereye koyacağını kestiremeyip her an her şeyin olabileceği kaygısıyla kazık gibi durduklarını Murat Uyurkulak çok iyi biliyor. Bu insanlık hallerinin yakıcılığını; Delibo olmanın ezici ağırlığını solcuların bir türlü anlayamaması Yusuf Kavala’nın öfkesini iyice derinleştiriyor.

Delibo’yla ilgili son haber Narlıdere Cemevi’nden Ali Dede diye birinden geliyor. 1800’lerin ikinci yarısında Narlıdere’ye göç eden Tahtacılar’ın inşa ettiği cemevinde Yusuf ve Yasemin gayet iyi karşılanıyorlar; Aleviliğin aydınlık değerlerini ve asırlardır uğradığı kötü muameleyi dedelerle konuşuyorlar. Ama Delibo ve yoksulların, sonuçta Cemevi’nde de olmadıkları anlaşılıyor.

***

Uyurkulak’ın şehri İzmir’de Delibo’yu, yoksulluğu, kimsesizliği tanıdığını söyleyenler öğretmen, akademisyen, yazar-çizer takımından ve Alevi dedelerinden ibaret. Romanın sonunda Yasemin Berova bu tanıdık Türkiye tablosuyla ilgili şu yorumu yapıyor: “Proletarya iktidarı kuracaksak, niye bir tek işçi yok aramızda?” (s. 179)

Delibo, solun yoksullarla ilişkisinin kopmasını eleştirirken sahici bir toplumsal eleştiri ile anti-entelektüalizm arasındaki hassas çizginin sınırında duran, cesur bir roman.