Haydar Ergülen alttan alta devam eden, daha da çok devam edecek olan tartışmayı alevlendirecek bir önermeyle ortaya atıldı. Bir “özür dileme” önermesinde bulundu: kaç yılın “yetmez ama evet” kavgası. Ergülen, “Bunu söyleyenler özür dilesin, bu konu da kapansın” demeye getiriyor ve “Ben kendi hesabıma özür diliyorum” diyor.
Ben o seçim ve referandumda oy kullanmamıştım. Seçim öncesi burada oluşan siyasi atmosferden çok sıkıldığım için yurt dışına gitmiştim. Ancak burada olsam “evet” oyu verirdim. Bundan ötürü “özür dilemek” gereği duymuyorum. Konunun bu şekilde tartışılması son derece yanlış. Ama konu kendisi önemli. Onun için bu aşamada birkaç saptama yapma gereğini duyuyorum.
Sorunun önemli bir kısmı “politika” yapmak başlığı altında ele alınabilir; ama asıl önemli olan solun dinle ilişkisi. Bu bütün dünyada dikenli bir konu, ama Türkiye’de özellikle böyle. Burada işin daha fazla çatallaşmasına yol açan etken Kemalizm: Kemalizm’in dine bakışı ve sosyalist solun Kemalizm’le ilişkisi sorunu iyice çetrefilleştiriyor.
Bu ilişkinin nasıl bir ilişki olması gerektiğinin cevabını Marx’ın oldukça derli toplu bir şekilde verdiğini düşünürüm. “Marx bu konuda ne demiş?” diye sorulunca herkesin aklına aynı şey gelir: “Din halkın afyonudur” demiş! Ama herkes bundan aynı şeyi anlamaz. Örneğin Kemalistler dinin halkı uyutmanın aracı olduğu sonucunu çıkarırlar. Oysa Marx ünlü cümlesinin hemen arkasından ezilenlerin çektikleri acıları hafifleten bir “ağrı kesici” gibi gördüğünü söyler. Din bu dünyada olamayacakları, elde edemeyecekleri şeylerin acısını hafifletmek için ihtiyaç duydukları şeydir. O anlamda “afyon”dur.
Tabii bu dinin çizdiği dünyayı dinin çizdiği gibi kabul etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak dini zorla ortadan kaldıramayacağımız anlamına geliyor. İnsanlar sömürüsüz bir dünyada özgür ve eşit yaşamaya başladıkları zaman böyle bir kutsallığa ihtiyaçları kalmayacaktır anlamına geliyor (Bence bu da tartışmalı ama şimdi oralara girmeyelim).
Terry Eagleton’ın Dawkins ve Hitchens’a savaş açtığı kitabı okuyunca şaşırmıştım. Bayağı dindar bir Marksist olacağını düşünmemiştim ama demek oluyormuş. İrlanda’da din kuvvetli — burada da olduğu gibi.
Bizim tarihimizde Batılılaşma “ilerici” hareket olarak bellenmiştir. Çok basitleştirerek söylersek, “okuryazar” kesim Batılılaşma’yı anlamış ve benimsemiştir. Okuryazar kesim de kaçınılmaz olarak varlıklı kesimdir. Bu eğitimi almayan yoksul kitleler ise uzak ve yabancı kalmış ve çok zaman karşı tavır dahi almıştır. Bunun için de geleneksel toplum yapısında “egemen sınıf” konumunda olanlar yoksul halkla aynı dili konuşabilmiş, Batılılaşma’yı benimseyen kesimler ise Rusya’daki Narodnikler gibi bu “ortak değerler” engelini aşmakta ciddi zorluklarla karşılaşmıştır. Bu, Batılılaşma’nın, Batılı olmayan bütün toplumlara çıkardığı zorluktur; ancak biz gelenekleri, görenekleri yerleşmiş sofistike bir imparatorluktan geldiğimiz için burada bu gibi sorunlar daha derin köklere uzanır. Yenileşmenin ürettiği yeni bir insan tipi olan “aydın” Türkiye tarihinde, her şeyden önce dinle, dinî yaklaşımla ilgisini kesmiş adam olarak anlaşılmaktadır. Ancak bu sosyalizmin, Marksizm’in sorunsalı değil, “aydınlanmacı-Batıcılığın” sorunsalıdır. Doğal olarak, Kemalist ideolojinin de önemli bir ögesidir. Bu ideoloji kamusal düzeyde din karşıtı bir tutum takınmaz; ama “kendi aramızda” militan bir “anti-klerikalizm” tavrını benimsememiz gerekir.
Böyle bir yapılanma falan il merkezinin “sanayi sitesi”ne gidip sosyalizm konuşmaya kalkışan solcunun niçin oradaki işverenlerden önce işçilerin saldırısına uğradığını açıklar. Bugünkü “Erdoğan iktidarı”nın niçin yoksul kesimden de bu kadar oy aldığını da açıklar.
Sosyalizm ile sınıf ilişkisini 1850’lerde Marx’ın gördüğü gibi göremeyiz ama sosyalizmin sınıfla herhangi bir ilişkisi kalmadığını da söyleyemeyiz.
Epey bir yıl önce İdris Küçükömer bu sorunlarla uğraşmıştı. Arkadaştık onunla, yaş farkına rağmen. Düşüncelerimiz de yakındı. İdris, “Bu memlekette ‘sol’ diye anlaşılan şey aslında sağdır” derken ben de ona katılıyordum. Ama bu böyleyse, o halde ‘sağ’ gibi görünen de ‘sol’dur” sonucuna varmak fazla mekanik görünüyordu. Bu toplumda sağ çatallaşmıştı. İki farklı yaklaşım varsa bunlardan birinin sol olması gerekmiyordu.
Konu hâlâ açık, hâlâ ortada. Sosyalist sol, Kemalizm’in ideolojik mirasından kendini sıyırabilmiş değil. Hatta, Tayyip Erdoğan’ın tutturduğu faşizan yol sayesinde, bu “yetmez ama evet” tartışmalarının da gösterdiği gibi, Kemalizm daha baskın görünüyor. Erdoğan’da cisimleşen İslamcılık, sonuçta, İslamcılığın alabileceği (ve işte aldığı) İslamcılık biçimlerinden biri. Ama mutlaka alınması gereken İslamcılık biçimi değil. İktidar açlığı çeken bir politik hareketi iktidarla en fazla içli dışlı hale getiren “önder” olarak Erdoğan’ın kitle üstünde nüfuzu hâlâ herkesinkinden fazla. Ama muhalefet de başladı. Muhalefet de hemen ”İslâm bu değildir” biçimini alıyor. Ayrıca, Tayyip Erdoğan kendisi iktidarının ilk on yılında bambaşka bir İslâmcı politika yapmanın mümkün olduğunu gösterdi.
Şimdi partisinden kişilerin (Davutoğlu ve Babacan) ona karşı tavır almalarını “Niye yıllarca onun arkasından gittiler?” diye eleştirenler var. Evet, buna ben de bir ölçüde katılırım ve kendileri de biraz üstü kapalı bunu kabul ediyorlar. Dediğim gibi, kendilerini iktidara bu derece yaklaştırmış adamdan birtakım ilkeler gereği kopamadılar. Ancak bunları söylerken Marksistler’in Stalin eleştirisinin ne kadar geciktiğini de hesaba katmak gerekir.
Dolayısıyla “sol politika” denen şeyin “İslâm” denir denmez “anti” bir tavra girmek demek olduğunu düşünmüyorum. İslamcı bir partinin varolan durumu az da olsa iyileştirecek bir iş yapması mümkündür ve öyle bir niyeti varsa desteklenmelidir. Ancak buraya geldiğimizde, ilkesel, “sosyalizmin din karşısında tavrı ne olmalıdır?” sorunsalından “politika yapmak ne demektir?” sorunsalına geçmek gerekiyor ki, bunu bir başka zamana erteleyelim.