Eksiklik Aşkı
Derviş Aydın Akkoç

Modern insan onca defosuna rağmen ne de çok önemsiyor kendini: her edimini, her tavrını, fikir ve kanaatini, arzu ve rüyasını, duygu ve hissini özel addediyor, oradan da anlatılacak, gösterilecek, dünyaya aktarılacak bir “hikâye”ye dönüştürüyor varlığını. Bu hikâyelerin istisnasız hepsi eşsiz, nadir ve sıra dışıdır tabii. Sıradan hikâyeler çoğun ilgi çekmez. İlgi çekme bahsinde insanın ontolojik sıkıntısı: gem almaz bir iştahla görülmek, tanınmak, fark edilmek istemek; hikâyelere tutunarak... İnsanın siyasal çaresizliği: fark edilmediğini düşündüğü anda yaygara koparmak, ortalığı ayağa kaldırmak... Ya da sırf fark edilmek için velvele yaratmak. Kafka’nın “Duacıyla Konuşma” parçasında işlenen, kilisede bağıra çağıra, kafasını duvara vura vura dua eden, ama elini duvarla kafasının arasına koymayı da ihmal etmeden yakaran, Tanrı’nın değil, göz ucu mesafesindeki diğer inananların ilgilerini çekmek isteyen karakteri nasıl da haklıdır tüm o abartılı ve abuk sabuk çırpınışlarında: “İnsanların bana bakması hayatımın anlamıdır dersem bana kızmayın.” Bakılmak, kendini teşhir etmek hayatın anlamına dönüşmüşse şayet özneye yapılacak en büyük kötülük ona bakmamak, umursamamak, onu görmezden gelmektir: En berbat bakış bile bakışsız kalmaktan evladır.  

Modern öznenin hayatının anlamı pamuk ipliğine bağlıdır ama, azıcık sarsılması tozu dumana katmak, anlatma cezbine kapılmak için kafidir: kişi varoluşunun ve deneyimlerinin emsalsiz olduğunu düşünür; hikâyesini oluşturan olayların sadece kendi başına geldiğine yalnızca ikna olmamış, iman da etmiştir. Bu iman tahtasının çatırdaması hayli zordur zira olay ve anlam arasındaki diyalektikte anlam türlü yollardan olayı gasp etmiş, hikâyeyi güya dışa vuran dil ise olayı anlamlara-değerlere boğmuştur. Hikâyenin eşsiz olduğuna yönelik çürük çarık duygular da bu yüzergezer anlamlardan gıdasını alır zaten. Anlamın parıltılı saltanatından ötürü olsa gerek kimse hikâyem kuru, tatsız ve yavandır düşüncesine yanaşmaz: özel olmanın ölümüdür bu. İnsan her şeye katlanır da özel olmadığı düşüncesine katlanamaz. Dostoyevski, 19. yüzyılda bir insana söylenebilecek en büyük ve korkunç hakaretin “siz sıradansınız” demek olduğunu söylemişti, bundan tekinsiz bir zevk de duyarak. Aradan yüz küsur yıl geçmiş olsa da, modern kapitalist toplum ve onun yurttaşları yangından kaçar gibi hâlâ sıradan olma kâbusundan kaçıp aykırı, orijinal olma rüyalarına zar atmaktalar; narkozlu ve kalbura çevrilmiş uykulara gömülerek...

***

İdeoloji uykusunda, iktidar düşlerinde görülen türlü rüyalar ve onların parça bölük ama her durumda anlatılmaya değer nadide hikâyeleri. Yetmez gibi hikâyeleri ortaklaştırma, bir kimliğe sarıp sarmalama, bir zamana çivileme isteği: senin eksik ama güzel hikâyen gelip benim eksik ve hurdası çıkmış hikâyemde tamamlanır ey öteki! Senin benim omuzlarıma yıktığın sorumluluk benim yüküm değil, eksikliğimi süsleyen mükafatımdır aslında! İki eksik bir tam eder fikr-i sabiti ile ne çok yalan, ne çok anlayış, ne çok konuşma, ne çok saçmalık, ne çok “kötü demokratlık”... Olanda değil, olmayanda bir araya gelme, yoklukta kaynaşıp kavrulma arzusu, pazara çıkarılan yetersizliklerin tutkulu ticareti: meşhur bir psikanalistin hınzır şakasıyla “aşk” bile “eksik olanı –olmayanı- verme isteği”ne dönüşmüştür artık. Eksikliklere duyulan kara sevdanın tüccar kantarında fazla olana, bereketli olana, olgunlaşıp gelişine, gönülden kopana, karşılıksız ikrama yer yoktur... Dilencilerin boş sadaka çanaklarını karşılıklı birbirlerine uzattıkları, bu soytarılığın da aşk ve sevgi diye yüceltildiği modern varoluşa Nietzsche elbette kaş çatacaktır: “sizin dostlarınıza sevgi diye verdiğinizi ben düşmanlarıma veririm de kendimden bir şey eksilmiş saymam.” Ne çare ki eksikliklere gark olmuş, canla başla yokluklara tutunmuş modern özne verimli düşmanlardan yana da yoksundur, eften püften baba-patron-devlet adamı döküntülerini saymazsak...

***

Eksikliklerin tazyikiyle çoğalan duyarlılıklar, kişinin çemberinden taşan ince duygular, siyasal içerikleriyle gelgeç üzüntüler, sabun köpüğü misali öfke dalgaları faslı sonra. Geçmiş dahi yakasını kurtaramaz bu yamyamlıktan, modern öncesi döneme ait kimi fiyakalı sözler şimdinin dünyasına, iktidar oyunlarına nakledilir: “Fırat’ın kenarında bir kurt bir kuzuyu kaparsa” bu edim kurdun değil modern öznenin vicdan hanesine yazılıyordur artık: öyle ya eksik gediktir ama tam teçhizat bir adalet terazisi, evrensele uzanıp onu da temsil eden bir vicdanın gece bekçisi olarak yaşamın merkezinde o duruyordur. Bu nasıl bir küstahlıksa kendi eylemleri değil sadece, kurt ve kuzu arasındaki ilişki biçimleri dahi ondan soruluyordur: kendini suçlama, başkaları –kuzular- adına acı çekme, efkârlanma, hızını alamayıp kendini hakir görüp aşağılama ve bu çizgiden asla bir milim sapmayarak dünyaya sataşma, lanet okuma... Bu sızılı ama erotik ve ıslak düzlemde sarsılmaz bir konum, içine yerleşilen bir kovuk da edinilmiştir tabii: kâfir kurdun değil, günahsız kuzunun düzlemi...

Dünya da bir kurttur, tehdit eder, saldırır, hasar verir... Dünya bir kurt mecazı etrafında anlamlandırılınca konuşan-ses çıkaran kuzulardan oluşma, geçirimsiz bir masumiyet kategorisinin ağır bastığı bir küme, tılsımlı bir “biz” mecrası da kaçınılmazdır tabii: kurtlardan çok acı çektik, daha da çekecek gibiyiz, ama acılarımız hikâyelerimizin hem orijinalliğinin hem de anlatılmaya değer olduğunun su götürmez kanıtı, üstelik bu kanıtlar bizi birbirimize bağlıyor, birbirimize benzetiyor, bizi bir kitleye dönüştürüyor, bizi olduğumuzdan daha değerli ve anlamlı kılıyor; acılarda, eksikliklerde, yaralarda, haksızlığa uğramışlık duygularında iç içe geçip bölünmez bir “bir , parçalanmaz bir “biz” oluşturduk...

Modern toplum mantar gibi çoğalan, saçılıp çözülen, yeniden bir araya gelen, birbirleriyle kavgaya tutuşan bu “biz”lerden geçilmez, ama albenili bir işlevi de vardır bu “biz”in: Onun sayesinde Öteki ile aradaki mesafeler kalkar, sempati özdeşliğe dönüşür, “biz” dairesi içinde konuşmanın, duygulanmanın ve eylemde bulunmanın rahatlığı insandaki kozmik yalnızlığın sancılarını yatıştırır, yollanan mesajların alıcıları hazır ve oradadır, başıboş varoluş nihayet bir amaç edinmiştir, kişiler amaçları uğruna dünyaya daha rahat çemkirir, kara çalarlar: sözgelimi diyalog, polemik yahut politik söz adı altında bir “biz”e ait olan ve konuşan bir fail tertemiz bir koordinata demir atarak diğer bir “biz”i –yerine göre “toplum” dediği daha geniş bir birimi- ahlaksızlıkla, riyakârlıkla, canilikle, vahşilikle, utanmazlıkla damgalayıp kıyıp biçer. Öfkeden kudurmuş, gırtlaklarına kadar ahlakileşmiş, basiretleri bağlanmış bu kişiler boyuna “balgam çıkarır, adına da gazete derler,” kanaat ya da ifade derler, hatta düşünce derler... Bu metafizik, bu kutsal “biz”lerin, bu “biz”lerden yapılma toplamın bekası söz konusu olduğunda tekilliğin, kişiliğin pek önemi yoktur, varsa yoksa biz, varsa yoksa yine biz... 

***

Geçmişte, bugünde, şurada burada suçlanacak, ensesine çökülecek, nöbetçi eczane misali bir kurt, bir tiran her zaman bulunur; kuzunun gözünü diktiği bir kurt postu da vardır ama: acının, haksızlığın ezeli kurbanları olarak kuzular hiçbir varlığa acı çektirmemiş, haksızlık etmemiş, incitmemişler midir? İnsanlığın ilk ve son kuzusunun çarmıhta can verdiği bilinir bilinmesine ama gönül rahatlığıyla unutulur bu hakikat, zira suçsuzluğu daima diri tutan bir masumiyet imgesi söz söylemenin, şikayet edip sızlanmanın olmazsa olmaz yakıtıdır. Ne var ki, her kategori gibi masumiyet kategorisinin de yanında yöresinde onu ifşa edecek karaltılar, iktidar ilişkileri sahasında kurt ve kuzunun müşterek suç ortaklığına dair emareler vardır: kurtların somut varlıkları ve icraatları, fantezideki temsilleri kuzuların yüreciklerini hınçla, nefretle, hasetle doldurmuştur. 19. yüzyıl Paris’inin barikatlarında mağlubiyetin dumanları henüz tüterken, elinde tüfeğiyle “Yaşasın yıkım, yaşasın devrim, yaşasın kefaret!” diye slogan atıyordu Baudelaire, “kurbansam pekâlâ cellat da olabilirim” diyerek dürüstçe iki karşıt uca işaret ediyordu. Uçlar arasındaki dönüşümler ani geçişler, beklenmedik savrulmalar şeklinde değil, ağır ağır ve sinsice işliyordur ama. Bir ahlak yükselir bu süreçte: güçsüzlüğün ve zavallılığın baş tacı edildiği, takatsizliğin salık verildiği, eksiklik ve zayıflıklara aşık olunan, iktidar ve güç talebiyle yanıp tutuşan bir ahlak. Her ahlak gibi kuzuların ahlakı da bir gözü mutlaka bir kurda kilitlenmiş halde kendi şarkısını söyler: Nietzsche’nin köle ahlakı addettiği bataklıkta inci taneleri, zincir şakımaları...