Geçtiğimiz hafta AKP on dokuzuncu kuruluş yıldönümünü kutladı. Kutlamalar, bir şartı, bir görevi yerine getirme babında ve “göstermelik” niteliğinde idi: Parti lideri Erdoğan’ın sabah ve akşam parti mensuplarına söylev verdiği iki toplantı, AKP’nin kamuoyu oluşturmadan sorumlu yan kuruluşlarından birinin düzenlediği bir dizi online panel ve, uygun görüldüyse, görevlendirilmiş bir televizyon kanalında görevlendirilmiş tartışmacıların katıldığı bir tartışma programı. Kuruluşundan on dört ay sonra, Kasım 2002’de yapılan seçimlerde iktidara gelen ve o günden bugüne iktidarını koruyan bir partinin kuruluş yıldönümünün bu şekilde olması içinde bulunduğumuz salgın şartlarından çok bizzat kendisinin yaptığı tarih ve bulunduğu hal ile alakalı. Bu hal ve sicille AKP’nin 20., 25., 30., 50. kuruluş yılında da kendisini kendisinin belirlediği mecralarda, kendisinin yetkilendirdiği katılımcılarla, hülasa kendisiyle kutlamaktan başka kapasitesi yok. Zira AKP, yoktan enerji üreten erke dönergeci misali kendi kendisine kendisi için iktidar üreten bir parti konumunda ve yine tıpkı erke dönergeci gibi aslında yok. Ortada bir teşkilat olsa da bu teşkilatın bildiğimiz anlamda bir siyasi parti olduğunu söylemek imkânsız.
AKP, siyasal takvimde kendisinin iktidara gelmesi ile sona eren 1990’lı yılların birikimi üzerine kuruldu. Bu birikimin bir boyutu o zamana kadar bildiğimiz İslamcı siyaset tarzının açık başarısızlığı ise, diğeri derin bir temsil krizi ve onun yarattığı siyasi yabancılaşma riskiydi. 12 Eylül darbe yönetiminin (1980-83) demokrasiyi istikrarlı kılmak amacıyla/iddiasıyla, fakat kati “siyaset karşıtı” bir anlayışla oluşturduğu yeni düzenin olumsuz etkileri/sonuçları 1990’lı yıllarda belirginleşti. Zira bu yeni düzen bir taraftan daha önce aşırı siyasallaştığı gerekçesiyle toplumu depolitize etmeyi amaçlarken, diğer taraftan siyasi partilerin toplumla sahici temsil ilişkileri kurmasını zorlaştırıyor, onların devletçi karakterini ödüllendiriyordu. Böylece, seçmenin bir seçimden diğerine yüksek oranlarda parti değiştirdiği, İslamcı ve aşırı-milliyetçi uç partilerin yükseldiği ve nihayetinde laik merkezi yeniden kurmak adına yapılan bir askeri müdahale ile siyasal alanın iyice daraltıldığı bir sarmala girildi. Sivas katliamı, Susurluk skandalı, 1999 depremi sonrasındaki krizi yönetemeyen devletin enkaz altında kalması, 1994 ve 2001 ekonomik krizleri ve 28 Şubat süreci, 1990’larda Kürt, laiklik, demokratikleşme ve yolsuzluk ve yoksullaşma meselelerindeki çözümsüzlüğün yarattığı tıkanmışlığı sembolize etti ve boşluğu doldurmak isteyen yeni siyasi girişimler için zemin oluşturdu. O zamanki Türkiye hem kamusal tartışma mecraları ve tonu bakımından hem de siyasi girişimcilerin imkânları bakımından bugünkünden daha demokratik olduğu için AKP, bugün kendi rakiplerinin önüne çıkardığı engellerden çok daha azı ile karşılaşarak meydana çıkabildi. 1990’lı yılarda birikmiş tepkileri, talepleri, şikâyetleri, yine 1990’lı yılların iyi-kötü demokratikleşme gündemiyle dile getirdi ve bir temsil kabiliyeti kazandı.
AKP’nin iktidarını süre ve hâkimiyet alanı bakımından uzatması kolay olmadı. AKP bu “başarısını” özellikle bir aşamadan sonra demokratik terbiyeyi ve kuralları epeyce zorlayarak, çiğneyerek, yok sayarak ve kendi lehine değiştirerek, Türkiye’yi demokrasi liginde epeyce gerileterek elde etti. Bu bakımdan, AKP iktidarını sürdürmek için daha önce hiçbir siyasetin göze almadığı yıkımı göze aldı. AKP’nin bu ayrıksılığı geçmiş siyasetlerin iyi-kötü bir demokrasi normuna sahip olmasından mı, yoksa karşılarında kendilerini dengeleyecek/sınırlandıracak vesayetçi veya muhalif bir güç olmasından mı kaynaklanıyor sorusu tartışmaya değer, ancak başka bir yazının konusu.
Her ahvalde uzun olan AKP iktidarını bakış açısına göre değişik biçimlerde aşamalandırmak mümkün. Ancak AKP’yi bugünkü haline getiren sürecin 2012 yılında açıkça ilan edildiği, bundan bir iki yıl öncesinin ise 2012’de ilan edilen gündemin/tasarımın şartlarının oluşması bakımından kritik olduğu düşünülebilir. 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve orduyu paralize eden Ergenekon soruşturmalarının/davalarının başlamasından sonra, elde kalan tek “vesayetçi” güç odağı olan yüksek yargının gücü 2010’da referandumla kabul edilen Anayasa değişiklikleri ile kırıldı. (Bu süreçte AKP’nin şimdi terörist örgüt olarak tanımladığı, o zaman Cemaat dediği yapıyla yaptığı işbirliği ve bunun demokratikleşme sürecimiz açısından sonuçları ayrı bir tartışma konusu. Fakat kısaca şu soru sorulabilir: Eğer ortada sahip olduğu bürokratik makamları/yetkileri kullanarak hukuki süreçleri manipüle eden neo-vesayetçi bir örgüt var ise ve bu kamuya mal olmadan çok önce AKP iktidarının malumu ise, üzerine yürümek için neden AKP iktidarını/Erdoğan’ı hedef alması beklendi?) Ardından 2011 seçimlerinde elde edilen zafer, muhalefetin toparlanmak, etkili ve geçerli bir alternatif haline gelmek için epeyce bir zamana ihtiyacı olduğunu, dolayısıyla deyim yerindeyse, siyasetin AKP içine kaydığını gösterdi. 2012 yılında yapılan Dördüncü Kongre’de iki önemli husus dikkat çekti. Birincisi, Erdoğan’ın Kongre’ye yaptığı açılış konuşmasında geçen “medeniyet” vurgusu ve bununla beraber AKP’nin orijinal “muhafazakâr demokrat” kimliğini artık terk edeceğinin işaretini vermesi. İkincisi, Kongre ile paralel yayınlanan 2023 Vizyonu başlıklı AKP’nin politika platformu niteliğindeki kitapta, başkanlık, yarı-başkanlık veya partili cumhurbaşkanlığı sistemlerinden birine geçmemizin şart olduğunu öne süren hükümet sistemi değişikliği gündemi. Bu gündemlerden birincisinin ikincisini kolaylaştırmak için geliştirildiği düşünülebilir. Gerek medeniyet söyleminin, gerekse hükümet sisteminde değişikliğin, Erdoğan’ın kendi meşveret meclisini aşan bir parti içi tartışma sonucu benimsenmiş gündemler olduğunu söylemek mümkün değil. Zira resmi parti programı itibarıyla AKP hâlâ parlamenter sistemin revizyonundan yana, muhafazakâr demokrat bir parti konumundaydı.
Erdoğan, örneğin SHP’nin sosyal demokrat programını ıskartaya çıkartan fakat SHP’ye hiçbir zaman hâkim olamayan Baykal’dan çok daha usta ve güçlü bir siyasetçi olduğu için, sistemi değiştirtmeden Cumhurbaşkanı seçilip partisinden resmî olarak ayrılmak zorunda kalmasına rağmen kendi gündemini AKP’ye empoze edebildi. Bu yine de bir miktar parti içi mücadeleyi, medeniyet söyleminde revizyonu, daha önce ayaklar altına alınan ulusalcılık ve milliyetçilikle işbirliğini ve 15 Temmuz darbe girişimini takip eden olağanüstü şartları gerektirdi. 2012 sonrası AKP’nin hikâyesi, önceki yıllardan çok çok daha fazla Erdoğan’ın hikâyesidir. O kadar ki, 2012 sonrası AKP’nin siyasetine yön veren temel gündem, uzun yıllar ona hizmet etmiş olan Yalçın Akdoğan’ın deyimiyle (mealen) hedeflerini hemen gerçekleştiremiyorsa, zamana yayan, sabırla takip eden ve er geç mutlaka gerçekleştiren, Erdoğan’ın başkanlık gündemidir. 2011 seçimleri sonrası Meclis’te kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun uzun süre çalışıp 60 maddede değişiklik konusunda uzlaşmaya vardıktan sonra AKP’nin başkanlık sistemi önerisiyle dağılması; çözüm sürecinin HDP’nin başkanlık sistemine destek vermeyeceğinin anlaşılmasıyla sona erdirilmesi bu bağlamda değerlendirilebilir.
Gerek başkanlık gündemini gerçekleştirmek için takip edilen siyaset tarzı, gerekse (Erdoğan’ın şahsı için tasarlanmış olan) başkanlık sisteminin kendisi, bir siyasi parti olarak AKP’yi toplumla demokratik ilişki kurma kabiliyetini muhtemelen sonsuza dek yitirecek şekilde dönüştürmüştür. Sözü fazla uzatmamak amacıyla, kabaca özetlersek: birincisi, parlamento grubu ve hükümet dâhil bütün parti teşkilatını bir lidere sadakat ve hizmet disiplinine sokan, dolayısıyla partiyi en tepeden aşağıya işleyen fakat aşağıdan yukarıya hiç işlemeyen bir iletişim kayışı haline getiren bir anlayış gelişmiştir. Bu anlayış, iç ve dış politikadaki kutuplaştırıcı, hamasi ve güvenlikleştirici söylemle meşru ve geçerli kılınmaya çalışılmıştır. Bugün, Erdoğan’ın iradesinden bağımsız siyasi bir varlığı olmayan milletvekillerinin, hatta bakanların trolleşmesi ile sonuçlanan bu anlayış, üç dönem kuralı, gençlere yer açma gibi mazeretlerle güçlenmiş, nihayetinde bütün gücü tek elde toplayan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile yasal/kurumsal bir statü kazanarak perçinlenmiştir. Geldiğimiz noktada AKP’nin toplumla ilişki kurabilen tek aktörü lideri Erdoğan’dır ve bulunduğu konum dikkate alındığında onun kurduğu ilişki de kendi şartlarında, kendi karizmasına dayanan tek yönlü bir ilişkidir. Bununla bağlantılı olarak ikincisi, geniş toplum kesimlerinin gündelik hayatlarını, güvenliklerini, refahlarını ve geleceklerini çok daha az maliyetle iyileştirecek hizmetler yerine, liderin gücüne ve karizmasına hizmet eden, onu yücelten “çılgın projelere” dayanan bir itibar, yatırım ve hizmet anlayışı baskın hale gelmiştir. Bunlara bir de getirilen hükümet sisteminin AKP’yi mahkûm ettiği ittifakları ve bu ittifakların içinde AKP’nin siyasi hamle yapma, kendini yenileme kapasitesinin iyice körelmesini parantez içinde ekleyebiliriz.
Geldiğimiz noktada elimizde olan, hükümet sisteminin değişmesiyle göreceli önemini yitirmiş, siyasi karakteri zayıf, personel statüsü güçlü bir AKP teşkilatı; çılgın projelerini büyük hizmetler olarak kabul etmemizi bekleyen ve kelepçelendiği ittifaklar nedeniyle ancak aritmetik hesaba dayalı siyasi mühendislik girişimlerinde bulunabilecek bir AKP liderliğidir. Bu halde kalabalık bir topluluk olan ve esas olarak bir siyasi partiden ziyada elit yönetimi ve kaynak dağıtımı örgütü olarak işleyen; liderinin ifadesiyle siyasi etik yasası çıkarsa teşkilatlarına “adam bulamayacak” olan AKP’yi bir arada tutan tek husus geniş ödül ve ceza mekanizmaları ile desteklenerek empoze edilen disiplindir. O da, iktidarı, mümkün olduğu kadar çok iktidarı elde toplamayı ve disiplin uygulamalarının daim olduğunu göstermeyi gerektirir. Disiplin empoze etme kapasitesinin sarsıldığı anlaşıldığı andan itibaren ise hızlı bir çözülme kaçınılmazdır.
Bu da bize AKP’nin neden bazen anlamakta zorlandığımız güç gösterilerine giriştiği, neden bazen olgusal gerçekliği bizi şaşırtacak derecede çarpıtabildiği/reddedebildiği, neden kendi “gerçeklik” rejimini kurmaya çalıştığı hakkında bir fikir veriyor. Zaman zaman değişik baskı/çıkar gruplarının esiri olmasından anlaşılabileceği gibi gerçekte kırılgan olan AKP’nin güç elde etmesi, iktidarını yeniden üretebilmesi her zamankinden daha çok güç gösterisinde bulunmasına, “biz buradayız, gitmiyoruz” hissi yaratmasına bağlıdır. AKP’nin geçtiğimiz yıl yapılan yerel seçimlerde uğradığı yenilgiyi kabul etmemesi, kaybettiği belediyeleri abluka altına alması veya onlara el koyması, güç gösterilerinin bu işlevselliği çerçevesinde değerlendirilebilir. Keza, krizi tanıyıp, onu yönetecek somut tedbirler almak yerine, krizin sunduğu büyük fırsatlardan bahsederek temelsiz bir umut pompalamak; yönetilmeyen krizin somut olumsuz sonuçlarının karizmanın inandırıcılığını sarstığı bir anda Ayasofya’yı ibadete açmak gibi sembolik önemi yüksek güç gösterilerinde bulunmak, çözülmeyi önleme, geciktirme amacıyla yapılan işler olarak değerlendirilebilir. İktidarın kendi yaptığı yanlışlarla düşeceği beklentisinde olan hazırcı muhalefet anlayışını geçersiz kılması AKP’nin yaptığı bir başka tarih olsa gerek.