Yeni yaşına...
Adanalıdır. Çukurova bölgesinin ıssız ve vahşi hoyratlığını da hesapsız kitapsız bereketini de esmerliğine yerleştirmiştir. Esmerliğini yakasında bir rozet gibi taşır, bu rozetle bazen Ece Ayhan şiirine yaklaşır, girer kapısından içeri, yakışıklı dizeler alır heybesine: “şiirimiz karadır abiler / kendi kendine çalan bir davul zurna...” Barışıktır kendi karasıyla da: sevgisi karadır, öfkesi karadır. Karadaki parıltılara gözünü dikmiştir, Michael Jackson dahil yerkürenin bütün karışınlarını sever, hısım akrabadır onlarla... “Güzel Türkçesi” ise iki damardan, evvela Adana’dan, sonra da Ahmet Hamdi Tanpınar’dan beslenir. Hemşerisi ve ahbabı Behçet Çelik’te olduğu gibi Adana damarı daha diptedir ama, daha kalender ve sessiz durur, ama parlamak için de sırasını bekler gibidir: misal çoklarının akça pakça ve yüksek bir makama yerleştirdikleri Shakespeare’in bir karakteri bakarsınız “kahpe analılar” diye söz alır Emine’nin çevirilerinde; elbette yadırgatır bu türden ağzı bozuk ifadeler zira ideolojinin filtresinden geçirilip de sunulan Shakespeare yarım bir cumhuriyetin resepsiyonunda zarif bir çalımla ve ağdalı bir dille, aile terbiyesi almış, belli bir sınıfın zevkine ve dünya tasavvuruna göre şekillendirilmiş bir yazar olarak arz-ı endam eder, Emine kuş kadar –kuş deyip geçmemeli- canıyla işte tam oraya, oradaki tarihsel siyasete, kültürel alımlayışa müdahale eder, ikinci bir Shakespeare imgesi öne sürerek şairi ayakları üzerine oturtmak için çabalar, bu uğraşında tek tabanca savaşını sessizce sürdürür: hal böyle olunca Adana damarı İngiltere’nin 16. yüzyılında da köklerini bulur, yankılanır. Ahmed Arif “bir salkım söğüde su verir gibi / öyle içten, öyle derin” küfretmeyi Çukurova’nın şanından saymıştı, Emine de sağlam, oturaklı küfreder, herkese değil tabii, hak edene, özellikle de tepedekilere, cin ifrit olduğu paralı şımarık tiplere... Sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de var tabii, sevmeyenlerine kin tutmaz, “çalışmanın tapınağı”na girer, işine bakar...
***
Shakespeare çevirmeni değil, Shakespeare emekçisidir. Yıllardır geçimini Shakespeare’den sağlar, üç otuz paralık bir geçimdir ama bu, bazı –pek çok insan gibi- kirasını ödeyemez, faturalar yığılır, dolap tam takır kuru bakırdır, o sıralar morali bozulur, ilk aşkı Orhan Veli’yi anımsar çoğun, “İstanbul’un orta yeri sinama / garipliğim mahzunluğum duyurmayın anama...” İstanbul’un orta yerinde sinirleri harap bitaptır ama birkaç insan –yakın dostları hariç- kimseye belli etmez, usulca dayanır yaşamın zorluklarına, yoksulluk iğreti durmaz üzerinde, kaba bir şiddet etkisi yaratmaz, yakışır; “onca yoksulluk varken”, dünyada onca haksızlık, sömürü, eşitsizlik ve acı varken Shakespeare’e sığınmaz, kaçmaz, ona tutunarak, onunla yoldaşlık ederek, dertleşerek sözünü söylemeye, bu sözü de yeryüzünün lanetlilerinin seslerinin yanına iliştirmeye çalışır. Neredeyse her dizeye yazdığı kuyumcu işi dipnotlar, her oyun için kaleme aldığı uzun ve bu dilde eşi benzeri olmayan Sunuş yazıları, pırlanta gibi alt alta dizilmiş mısralar onun gösterişsiz zenginliğidir. Benjaminci bir edaya yaslanarak, bin emekle şairi şimdiye çağırır, kendinin olduğu gibi başkalarının da yaralarına şifa niyetine, Shakespeare’in o uçsuz bucaksız dünyasını kurcalar, bir şeyler arar ve genellikle de bulur, bulduklarını kendine saklamaz, onlar üzerinde hak iddia etmez, mülküne dönüştürmez, hemen birilerine armağan eder, sözlü yahut yazılı... Sadece Shakespeare’le ilgili değil, belalısı Kafka ile ilgili de yazar; yoğun ve kıvamlı yazılardır bunlar...
Zenginlik anlayışı bambaşkadır, İsa’nın “yüreğiniz neredeyse hazineniz de oradadır” sözüne iman etmiş gibidir. Yüreği Shakespeare’in mümbit toprağında atar, hazinesi de adamın kelamı, bakışı, duyuşu... Shakespeare hazinesinden bir dünya kurmuştur kendine, o dünyada kimileyin huzursuz kimileyin ağlamaklı ama genellikle rahattır, başka dünyalara pek ilişmez, bir dizenin peşi sıra gecelerce koşturur, bir “sesi” yakalamak ve kayda geçmek için yorucu boğucu zahmetlere katlanır, saçları kendinden habersiz Türkan Şoray usulü ağarır. Niçin bunca yorgunluk, bunca çaba? İsim misim derdini çoktan geçmiştir Emine, tek kelimeyle aşıktır Shakespear’e de ondan... Yeri geldiğinde o da tıpkı meslektaşı Harold Bloom gibi “Shakespeare’i Tanrı ile karıştırıyorsunuz” yollu bir çıkışa, “neden olmasın ki” diyebilecek kadar şaire kanlı bıçaklı aşıktır...
Feminist teorinin şerbetinden bolca içmiştir, bu meselenin dertlileriyle, melankolik-içli sesini konuştuğu yerlere değil, sustuğu yerlere istifleyen Aksu Bora ile, açık denizlerde korsan kahkahalarıyla yol alan Nilgün Toker’le Amargi’de epeyce efkârlanmışlıkları, hasbihâl etmişlikleri var. Güzel her yerde güzeldir, bulunmalı, çoğaltılmalıdır. Mevzu edebiyat olduğunda harici semtlere, uzak zamanlara gönül rahatlığıyla dalıp çıkar, edebiyatı teoriye kurban etmez, ideolojik bir kolaycılığa kaçmaz: Shakespeare’de kadın-düşmanlığı, Shakespeare’de Yahudi-düşmanlığı gibi sözler işittiğinde dellenir, bu türden anakronik bakışlara akıl-sır erdirmeye pek yanaşmaz, tek bir jestle püskürtür: hadi oradan! Zihin fukaralığına duyduğu bu tahammülsüzlükten ötürü olsa gerek kendince Orhan Koçak’a derin bir saygı duyar, sevgi besler...
***
Her aşık emekçi gibi elbette onun da arada tepesi atar, Koltés’in “örgütlü pezevenkler” diye sövüp saydığı kapitalist dünyaya, yayın sektörü de dahil bu dünyanın figürlerine karşı bayramlık ağzını açar, lanetler okur; hakkıdır. Hazinesi hususunda imanı tamdır, ama kimi eşiklerde bu iman da çatırdar, Shakespeare de payına düşeni alır bu sarsıntılardan, ama derhal geri adım atar şüphesinden, zamanın hayhuyu, gündelik hayatın dertleri, yayın emekçilerinin sersefil halleri Shakespeare’le muhabbetine de sızıyordur, aktüel olanın basıncını sızılı yerlerden fark eder, akabinde yeniden ve daha bir kuvvetle bağrına basar Shakespeare’i, sevgiyi tazeleyen kimi mahcup şüpheler gelip yoklamıştır, o kadar, Venedik Taciri’nde geçen, kendi çevirisiyle şu kristal dizeler biraz da onun Shakespeare’le ilişkisini anlatır:
Kuşku denen o çirkin ihanetten başkası değil,
Aşkıma sahip olmayacağım diye beni korkutan,
Karla ateş ne kadar yakın olabilirse birbirine,
Ancak o kadar yakın olabilir benim aşkım da ihanete.
Kendi gündelik kaygılarının, aktüel siyasetin tantanalarının bir ihanete dönüşmesine müsaade etmez; çileci denebilecek bir sabır ve sebatla zorluklar, engeller düşe kalka geride bırakılır ama Shakespeare’e ihanet edilmez, ara sıra gelip vuran kuşkularsa rüzgâra salınır. Elbette elektrik faturaları, üç otuz paralar, hep maddi acılardan ibaret değildir hayat, her şey unutulur, hem de zarifçe unutulur, misal bazen iki tek atılır, kafa hafif kıyak, Adanalı damar yine depreşir, Harem otogarına karşı bağıra çağıra: “Harem otogarı, sana da to be or not to be!”
***
Shakespeare’e duyduğu derin ve bitimsiz aşkı paylaşma hususunda genelde yalnızdır, bu yalnızlığı giderecek tek kişi neyse ki –Allah ondan razı olsun!- Moda Sahnesi’nden Kemal Aydoğan’dır. İkisi bir araya geldiğinde dünya defalarca ama defalarca Shakespeare’le yıkılır ve yeniden kurulur: Shakespeare’de iktidar, kadınlar, meczuplar, arzu, doğa, cinayet, tiranlar... Konuşulur da konuşulur, hiçbir şeyin sonu gelmez: kafaları ve yürekleri Shakespeare’le dolup taşan güzel çalçeneler! Ve bazen de nadir susma, soluklanma anları; bu anlarda gözleri avına kilitlenmiş, kilitlene kilitlene de avına dönüşmüş birer avcı gibi ikisinin de bakışlarında arkaik-karanlık bir hazzın kıvılcımları: “Ne okuyorsunuz lordum / Kelimeler kelimeler kelimeler...”