Modern dünyanın işleyişi insanın iradesini de gücünü de aşar, buyurgan zorunluluklara iradenin iyimserliği ile mukabelede bulunmak öznenin şanındandır elbette: haysiyetli bir itirazdır bu. Şimdilerde bu iyimserliğin kendini tazeleyeceği yegâne yerlerden biri varlığı iyice unutulmuş, kararlı bir şekilde ihmal edilen güzellik mefhumu gibi: çirkinliğin, biçimsizliğin, mekanikleşmenin, dijitalleşmenin, özensizliğin hüküm sürdüğü bir zaman ve zeminde, neredeyse bütün ilişki biçimlerinde hissedilen bir güzellik ihtiyacı... Pek çok şey gibi güzellik de yaşamdan çekilmiş yahut kaybolmuş vaziyette. Bernard-Marie Koltés daha 1970’lerde, meşum neoliberal dünya düzeni ve bu düzene uygun özne tasarımı henüz emekleme faslındayken ahlaki-etik bir değer olarak elde sadece “güzel”in kaldığından söz ediyordu; telafisi imkânsız bir parçalanmanın, kaybın içinden konuşarak. Ona göre, güzelin de canına okunmasına ramak kalmıştır ama kişi bu bahiste kendine has bir ısrarı kuşanmalı, tavizsiz davranmalı: zira yaşamını katlanılır değil, değerli kılmak istiyorsa çoğaltılabilir, paylaşılabilir bir “güzellik” fikrini, bu fikre uygun düşen eylemleri hedeflemelidir. Kaba sabalığın alıp başını gittiği, maddi çıkar ilişkileri, siyasi ikbal kaygıları için herkesin birbirini kemirdiği bir varoluş düzleminde “güzellik” esprisi belki biraz lüks, anlamsız, naif, hatta eskilerin tabiriyle küçük burjuvaca kaçacaktır. Ne var ki, Koltés’e bakılırsa kişi olası tüm kem bakışlara karşı güzeli yaratma, bir kez yarattıktan sonra da onu dolaşıma sokma isteğinden asla geri adım atmamalı, güzeli yaratma arzusunu ve bu arzuyu diri tutan çaba ve zahmeti dışardan, özellikle de “toplum”dan gelecek tacizlere karşı korumalı, hasılı her durumda güzeli savunmalıdır...
***
Güzelin çanına ot tıkayan, onu olduğu yerde boğmak üzere seferber olan unsur, her felaketten sağ çıkmasını beceren toplum, toplumu şekillendiren iktidar ilişkileridir; ama toplum güzelliğin karşısına sanıldığı üzere sadece “çirkinliği” çıkararak yapmaz bunu, daha sinsi, daha dolambaçlı bir yol izler, Balzac’ın işaret ettiği üzere:
“Toplum insanlardan beklediği erdemlerin hiçbirine uyma gereği duymaz: Her an cinayet işler ama sözle işler; nasıl güzeli gülünçleştirerek küçültürse alay yoluyla da kötülüklerin yolunu açar; babalarının ölümüne fazla ağlayan oğulları alaya alır, yeterince ağlamayanları aforoz eder; sonra da kendisi, henüz soğumamış ölülerle uğraşarak eğlenir.”[1]
Balzac nezdinde toplum açısından gerçek bir acı dahi dört başı mamur seyirlik bir eğlencedir, toplum her şeyin yüzeyde kalanı ile ilgilenir, onun için esas olan şey, nasıl sorusuna hiçbir surette kulak asmaksızın gerçekleşmesi arzulanan bir “heyecan” duygusudur; toplum heyecan ve eğlence söz konusu olduğunda “bir caniyi dahi” gönül rahatlığıyla bağışlayabilir. Heyecanın ve eğlence isteğinin kasıp kavurduğu modern toplumda güzelin gülünçleştirilerek içeriklerinden edilmesi işten bile değil. Balzac haklı olabilir: Güzelliği gözüne kesmiş her yaratım çirkinliğe değil, öncelikle alaya, gülünç duruma düşme riskine karşı bağışıklı olmalı...
***
Elbette çatık kaşlı ya da soğuk değildir ama güzelliğin maskaralıkla, gelgeç heyecanlarla hiçbir münasebeti yoktur. Bakışla ilişkisi kof ve yavan bir seyredilme arzusu, anlık bir zevk kıvılcımı yaratma isteği üzerine değil, daha ziyade temaşa üzerine kuruludur. Güzelin hakikate dolayımlanan bir fikri vardır, fikirsiz bir güzellikse salt kabuktan, ideolojik bir yanılsamadan ibarettir. Kapitalizm parıltılı metaları, tıklım tıkış mağazalarıyla güzelliği gasp etmiş, onu takatsiz kılmış olsa da, güzel olan kendi içinde solgun, hele güçsüz hiç değildir, geçiciliği değil, daima kalıcılığı amaç edinir. Vitrinlerde, ekranlarda, güzellik ve bakım sektörlerinde seyre sunulmuş ürünlerin-portrelerin güzellik imgeleri anlık, tüketilip atılmaya yönelik ve akışkandır. Öte yandan, güzel sadece gözleri kamaştırmaz, gözlere inmiş perdeleri kaldırır da. Bu fasılda, estetik ve dolayısıyla politik düzlemde çarpıcı olanın “çirkinlik” olduğundan dem vuran Marquis de Sade güzellikten habersiz değildir, aksine güzellik tam da çirkinlikte olduğu gibi anlık olmamasıyla, temaşadaki zamanın yoğunluğuyla kendi varlığını duyurur: çirkinlik gibi genel ve kolay değil, istisnai ve zahmetli olması, alıcısından rikkat, açık bir bilinç talep etmesi de caba...
***
Kamaşma sadece gözün ya da damağın değil, zihnin de bir melekesidir: güzelliğin temaşayla ilişkisi idrak etme edimiyle alakasından olsa gerek: güzelle karşılaşan bir zihin başına neyin geldiğini kavramak, güzelin üzerindeki etkisini savuşturmak değil, onu varlığına katmak, taşıdığı fikri özümsemek, sindirmek ister. Bununla birlikte, güzellik kendi hakikatini tescil etmek için yine kendisine müracaat eder. Nobranlık belki her yerdedir ama güzellik öyle değildir, ya da artık değildir; Adorno biraz da melankolik bir tonla “her yerde güzellik bulma erdeminin şüpheli” bir erdem olduğunu öne sürmüştü, zira ona göre, “her türlü deneyimden anlam çıkarabilme” yetisinde bir hasar söz konusudur, “eşyanın egemenliği” karşısında havlu atan öznenin bulunduğu her alanda güzellik bulma hevesi sağlam bir darbe almıştır: “her şeyi güzel bulanlar şimdi hiçbir şeyi güzel bulmama tehlikesiyle karşı karşıyadır.” Adorno’ya göre, güzelle temas olanaksız değil, ama çetin bir şarta bağlı:
“Güzelliğin evrenselliği, ancak tikele mıhlanmış özneye gösterir kendini. Seyredilen nesnenin dışındaki her şeye karşı aldırışsızlıkla, hatta küçümsemeyle dolu olmayan bakışın güzelliğe erişmesi imkânsızdır. Ve varolanın hakkını veren de sadece karasevdadır: varolan her şeye karşı gösterilen o haksız horgörü.”2
Güzel olan dışındaki her şeyin seyretme-temaşa sürecinde kadrajın dışında tutulması, sadece ama sadece güzele odaklanılması, tekil güzellik dışındaki varlıklara karşı aldırışsız kalınması: güzel olan kendini ancak bu türden bir bakışa açacaktır. Güzel bir nesneden bir diğerine yol alış bu mıhlanma süreciyle, bir mıhlanma hamlesinden diğerine geçişle, hareketi sürgit kılmakla mümkün. Adorno nazarında güzellik ve hakikat arasındaki ilişkide düşünce hakikatle bağlarını koparmak istemiyorsa şayet seyre dalma suçunu işlemeli, bir başka ifadeyle yargıda bulunma edimi temaşa faslından sonra vuku bulmalıdır, aksi takdirde düşünce kendini boşlukta yitirir: “Hiç ayrım gözetmeksizin hak dağıtan bir liberallik yok oluşla sonuçlanır.”
***
Güzelliği yaratmak yahut onunla hemhal olmak çaba ister, ayrımların farkında olmayı ister: güzel bir dizeyi yazmak, güzel bir sözü söylemek, güzel bir davranışı icra etmek, güzel bir düşünceyi doğurup geliştirmek, güzel bir politik eylemi imkân katına çıkarmak, güzelin hem faili hem de gönüllü alıcısı olmak, onun tadına varmak için dimağın ve damağın talimli olması gerekir. Dünyanın küçümsemesine, pazarın kibrine ve zırcahilliğine rağmen güzel olanı önüne koymuş bir arzu yerinde duramaz, daha güzeli menziline koyar: daha başka bir dünya tasavvuru daha güzel bir dünya tasavvuruna tekabül eder. Güzellik sadece estetiğin değil, siyasetin de kategorisidir. Güzel bir düşünce daha güzel bir düşünceyi, güzel bir jest daha güzel bir jesti çağırır, yenilenip daha da kuvvetlenerek: vasatla yahut vasat altıyla yetinilemez artık. Daha güzel bir yaşam tasavvuruna karınca adımlarıyla yaklaşmak için öznenin güzele dair arzusunu uzak zamanlara havale etmemesi, bilakis tam da bulunduğu yerde ve zamanda, kendi kıt kanaat malzemeleriyle kolları sıvaması, emek harcaması, kendi ruh bahçesinin toprağını işlemesi icap eder: güzelin en son ihtiyaç duyacağı şeyse aceleciliktir. Güzeli oluşturmak, çoğaltıp yaymak, hasadını toplamak için Lenin’in esrarengiz lafıyla şeytani bir sebat olmazsa olmazdır...
[1] Honeré de Balzac, Mutlak Peşinde, çev: Sabiha Rifat, Oktay Rifat, Samih Rifat, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 20015, s. 118.
2 Theodor W. Adorno, Minima Moralia, çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 81.