Yirminci yüzyıl boyunca insanları hop oturtup hop kaldıran bir konu ve bir kavram vardı: Komünizm. Onun iyi bir şey olduğunu düşünenler vardı; kötü bir şey olduğunu düşünen, muhtemelen daha çok sayıda kişi de vardı. Ama öyle düşüneni de, böyle düşüneni de, konu karşısında ajite olurdu. Yüzyıl sonuna doğru durum değişti; bu yüzyılın iki onyılını yedik: Komünizm lafından kimse ajite filan olmuyor. Bir alternatif olmaktan çıktı gibi görünüyor. Burada en belirleyici rolü Sovyetler Birliği’nin yeniden Rusya olmaya karar vermesi oynadı. Daha iyi ve daha doğru Komünist olmakta onunla rekabet eden Çin de “en” iyi Komünist olmanın kapitalist olmaktan geçtiğine karar verdi. Bu iki olay bir araya gelince Komünizm tarihte yaşanmış bir paranteze dönüştü.
Bu konuda söylenecek son söz bu mu, yoksa bu belirli bir konjonktürün (“geçici” sayılacak) bir vargısı mı, kesinlikle bilmiyoruz. Sözünü ettiğim iki devlet sosyalizm-komünizm düzeninin bütün potansiyelini kullanıp tükettiler ve bu sonuca vardılar, yoksa hiç el sürülmemiş kaynaklar hâlâ var mı? Bu da ucu açık bir soru. Ben komünizmin iyi bir şey (ama henüz çok uzaklarda bir şey) olduğunu düşünenlerden biriyim; onun için bu “yoksa”ların ikinci ucunda duruyorum. Ancak, Komünizm’i yeniden konuşmaya başladığımız bir gün gelecekse, bu, şimdiye kadar gördüğümüz şekillere hiç benzemeyecektir. Öbür türlü söyleyecek olursak, bildiklerimize benzeyecekse, zaten konuşulmaz.
Komünizm’in ciddi bir alternatif olarak görüldüğü dönemde “iki-kutuplu” dediğimiz bir dünyada yaşıyorduk. Bu dünyaların ikisi de nükleer silaha sahip oldukları için güçlü ve gitgide güçlenen bir anti-nükleer hareket vardı. Yüzbinlerce insanı meydanlarda toplama potansiyeline sahipti bu hareket. Soğuk Savaş koşullarının belirleyici olduğu dünyanın önemli bir demokratik kitle hareketiydi. O koşullar ortadan kalkınca bu hareket de sönümlendi (oysa “nükleer arsenaller” durdukları yerde duruyorlar. Dünya da daha “barışsever” bir dünya olmadı).
Bu konu bana başka bir temayı düşündürtüyor: demin andığım “demokratik kitle hareketlerinin” bir özelliğini. Komünizm bunlardan hiçbirini başlatmadı! İlginç değil mi bu? Hiçbirini başlatmadığı gibi, başlayan direnişlere de iyi gözle bakmadı.
Bu, Türkiye’de, bu gibi hareketlerle haşır neşir olan insanlar arasında iyi bilinen bir konu olmalı. Benim bu gibi demokratik hareketler arasında en fazla önem verdiğim “feminizm”. En fazla önem verdiğim, evet, ama aynı zamanda en fazla olumlu sonuç beklediğim...
Şüphesiz, bunların hepsi önemli. Irkçılığa karşı hareketler örgütlenmesinin önemi ve gereği görmezden gelinebilir mi? Yeşil örgütlenmenin gereği görmezden gelinebilir mi?
Ama gelindi. Sağ-muhafazakâr kesimlerde bunun böyle olmasını yadırgamak için bir neden yok; ama “sol” olduğunu iddia eden belirli kesimlerde bunlara karşı direniş belki daha da güçlüydü.
Neden? Nedeni oldukça basit: Komünist hareket iktidarı ele geçirince bu sorunların hepsi çözülecekti. Kadın-erkek eşitliği mi? Komünizmde elbette bu eşitsizliğe son verilecekti. Komünist rejim elbette “barışçı” olacaktı. Komünizm olunca elbette çevre korunacaktı (“ırkçılık” burada zaten sorun değildi!). Evet, bunları Komünizm gerçekleştirecekti, ama o kadar değil. Zaten Komünizm olmadan bunların hiçbiri tam olmazdı. Belki bazı kısmi başarılar sağlanabilirdi ama bunlar da yarım yamalak iyileştirmelerden öteye geçmezdi.
Tabii daha önemli sorun, böyle hareketlerin sosyalizm-komünizm mücadelesini bölerek ona zarar vermesiydi. Dolayısıyla, bu gibi “demokratik” denen işlerle uğraşanların iyi niyetlerini de bir sınamadan geçirmekte yarar vardı. İyi niyetle, kandırılarak mı asıl mücadelenin uzağına çekiliyorlar, yoksa gerçek mücadeleyi saptırmak isteyen bir planın bilinçli ajanları olarak mı böyle yapıyorlar. İş buraya gelince tavırlar da iyice haşinleşebiliyordu.
Türkiye’nin demokratik mücadeleler tarihinin paradokslarından biri oldu bu. Bu kısa tarih içinde biçimlenmiş malum “fraksiyonlar” militanlarını bu gibi etkinliklerden sakınmayı başardılar. Sözgelişi, işçi Ali yoldaşı harekete kazanmayı istiyorsan Ali yoldaşın ara sıra karısını dövmesine ses çıkarmazsın. “Demokratikleşme”yi sağlayan, böyle bir niyeti hiç olmadığı gibi, bu terimden de en fazla nefret eden “12 Eylül” oldu. Bu faşizan darbe solu ezmeyi gündeminin başına yerleştirmişti. Solu içten içe zayıflatan (yani kendi dinamiğinden gelen) birtakım koşullarla birleşince önemli ölçüde başarılı oldu. X grubundan, Y fraksiyonundan kopan birçok birey aynı zamanda demokratik mücadeleyi de terketmek gereğini duymadı. Özellikle kadınlar yeterince sabretmiş ve artık geri dönemeyecekleri bir noktaya gelmişlerdi.
Peki, böylece terkedilen iktidar stratejisi terkedilmese olumlu bir sonuca ulaşır mıydı? Ulaşacağına inanan çok kişi olduğundan şüphem yok. Ama bu yanlış. Bir kere, deneyimin yaşanması çerçevesinde, bu gibi hedeflere ne kadar yaklaşıldığına bakalım. Rusya’da ve Çin’de sosyalizm bir rejim olarak yaşandı (insanlık tarihinde kısa bir süre belki ama gene de az bir zaman değil). Bu süreç sonunda nereye varıldı? Kadın-erkek eşitliği gerçekleşti mi? Irkçılık silindi mi? İnsanlar arasında eşitlik sağlandı mı? Bunların hepsinin tek garantisi Komünist iktidarın kurulmasıdır, deniyordu. Gerçeklik düzeyinde bu iddia doğrulanmadı.
Kilit kavram “demokrasi”. Komünizm zaten bütün bu mücadelelerin bir arada yapılması ve kazanılmasının sonucudur. Bunun “önce şu, sonra bu” sırası, hesabı yoktur. Rousseau’nun “pedagoji” üstüne söylediği sözü bu alana yöneltip uygulayabiliriz: Rousseau, “Pedagoji, en verimli şekilde vakit kaybetme sanatıdır” demişti. İktidar olunmadan geçen zaman “kayıp” zaman değildir. Komünizm de yalnızca somut bir “iktidar” değil, aynı zamanda insan insana ilişkilerde elde edilecek bir niteliktir, varılacak bir aşamadır.
Komünizm’in bugünkü ölçüler çerçevesinde yeterince demokratik olmayan birçok özelliğini tesbit edebiliriz. Uygulandığı biçimiyle Komünizm, son kertede, bir 19. yüzyıl ideolojisiydi ve gerçeklik düzeyinde ilk kez olmak üzere deneniyordu. Ama bu Komünistler’in demokrat olmadıkları, olmamaları gerektiği anlamına da gelmez. “Bileşik kaplar” olgusunun gereği, Komünistler’in demokratikleşme dereceleri de, mücadele ettikleri toplumun demokratik kültürünce belirlenir. Onun için, diyelim Laos’taki Komünist’in demokrasi anlayışıyla Fransa’dakinin anlayışı arasında çok büyük mesafe olabilir. Bunlar hep sorunlar. Ama sonuç olarak, demokrasinin olmadığı bir yerde sosyalizmin, komünizmin de olmayacağı olgusu yokmuş gibi davranamayız.