Gündelik hayatta sıklıkla karşıma çıkan bir çeşit sol akıl var. Bu sol akıl, kağıt üzerinde solun terimlerine, düşünme biçimlerine ve solun sosyal yapı ve iktidar ilişkilerine getirdiği eleştiri çeşitlerine son derece aşina ve görünüşte gündelik hayatın eleştirisini tam da böyle bir yerden kuruyor. Bu sol aklın odağında bugün devletin getirdiği sigara yasakları ve içkiye konan vergiler olabilir, yarın depresyonun antikapitalist bir okuması olabilir, öbür gün salgın tedbirleri nedeniyle getirilen düzenlemeler, iklim değişikliğiyle ilgili olarak alınan önlemler olabilir. İçeriğin kendisi değil burada bahsetmek istediğim.
Zaten, bu sol aklın yöneldiği eleştiri alanlarını yersiz buluyor da değilim. Birazcık mukayese yetisi olan herkes devletin kamu sağlığı söz konusu olduğunda attığı adımların toplamına bakarak, alkollü içki ve tütün ürünlerine getirilen yasak ve düzenlemelerin esas hedefinin halkın sağlığını korumak olmadığını görebilir. Benzer şekilde istediği gibi okumak, iş bulmak, sosyalleşmek, gezmek imkanı bulamamış; kendini gerçekleştirmek yönünde atacağı her adımın önü yasal, sosyal, ekonomik bir engeller silsilesiyle kesilmiş bir insanın çaresiz, çıkışsız hissetmesi sadece farmasotik bir sorun değil elbette.
Benim esas vurgulamak istediğim mesele, solun teşhislerinde değil, burada bahsettiğim türden bir solculuğun sorunun teşhisi ile bu soruna yanıt olarak giriştiği edim arasındaki uyumsuzlukta; solun bir çeşit kinizm ile tam da müdahalesini yapması gerektiği noktada yerini bir tür konformizme bırakmasında. Ne kast ediyorum bununla? Sözgelimi iklim değişikliği ve bu sorun karşısında alınacak tavırları ele alalım. Kendi çapında enerji ve doğal kaynak kullanımını azaltmaya çalışan, et yemeyi bırakıp işe bisikletle gidip gelmeye başlayan bireye, bu sol akıl bu tür bireysel hareketlerin sembolik bir gösteriden öteye gitmediğini, sadece bireyin vicdanını rahatlatmaya yaradığını, iklim değişikliği ile anlamlı bir mücadele için topyekun bir harekâta geçilmesi ve küresel düzende kapitalizmin oluşturduğu tüm üretim ve tüketim ağlarının yeni baştan gözden geçirilmesi gerektiğini söyleyebilir. Tüm bunlarda haksız mıdır sol akıl? Değil elbette. Ama benim burada dikkat çekmeye çalıştığım şey gündelik hayattaki yaygın bu sol aklın, tüm bu kül yutmazlığı, büyük resmi görme becerisini tek tek bireylerin edimleri düzleminden çıkıp yapısal değişikliğe gitmek yönünde bir basamak olarak kullanmaktan ziyade, zaten halihazırda sürdürdüğü üretim ve tüketim alışkanlıklarını (bunların tümden değişmesi gerektiğini ısrarla savunurken dahi) hiçbir değişiklik yapmadan aynı şekilde devam etmeye alet etmesinde. “İklim değişikliğiyle mücadelede bireysel hareketin bir anlamı yok” fikrinin örgütlenme ve yapısal değişikliğe yönelik girişimlerde değil de, son tahlilde iklim değişikliğine inanmayan ya da bunu önemsemeyen herhangi bir insan ne yapıyorduysa, bu sol akla sahip bireyin de tam aynısını yapıyor olmasıyla nihayetlenmesinde.
Kendi eylemini, kendi ilke ve değerleriyle uyumlu hale getirmek, edimlerini dünya üzerinde yarattığı sonuçlar üzerinden değerlendirmek yerine sürekli adı kah devlet, kah iktidar, kah kapitalizm olan bir odağa karşıtlık üzerinden kurulan bir nihilizm: kapitalizm üretkenlik “seviyor” diye işini yarım yamalak yapmayı, devlet tütün sevmiyor diye sigara içmeyi savunan; “bireylerin eylemlerinin bir manası yok” diye geri dönüşüm çöpüne evsel atık atan bir devrimcilik çeşidi. Bütün bunların belki gerçekten anarşik, yıkmak yoluyla dönüştürücülüğü hedefleyen formları teoride mümkün, ama gerçek hayatta çoğunlukla karşılığı kendi rahatıyla, konforuyla ilişkisinde hiçbir değişikliğe gitmemenin kisvesi oluyor bu sol akıl.
Bu sol aklın bir yansıması da, çoğu zaman, bireyi öncelediği için bunun tam tersiymiş gibi yapan, ama sonuçta aynı eylemsizliği ve konformizmi besleyen bir tutum. Yukarıda bahsettiğim türden bir sol akıl bireyi kendisini sadece çeşitli iktidar alanları, baskı kurumları ve kapitalist bir totalitenin “istekleri” üzerinden ve bu isteklere karşıtlıkla tanımlayabilen, de facto etkisiz bir eleman haline getiriyorsa, bu sözünü ettiğim birey düzeyinde özgürleştirme söylemleri de bilakis bireyi sadece kendi tercihlerinden müteşekkil, özerk bir karar alanı olarak kurmak suretiyle iktidar ve baskı çeşitlerini görünmez hale getiriyor. Son yılların tartışılan sloganı “kadının yoksa parası, amıdır kumbarası”na bakalım mesela. Bu sloganı seks işçiliğinin bir tercih de olabileceğini vurguladığı için, seks işçilerinin ahlakçı bir tutumla kınanmasındansa normalleştirilmesine yardımcı olduğu için özgürleştirici olduğunu düşünenler var. Halbuki bireylerin tercihleri üzerinden kurulan bu tür değerlendirmeler, etraflarındaki sömürü ve eşitsizlik ağlarını görünmez kıldıkları ölçüde tehlikeliler. Seks işçiliği (hem kadınlar hem erkekler için) bir tercih olabilir elbette ve seks işçiliğinin yaftalanması bilhassa kadınların pek çok durumda haklarını arayamaması ve mağdur olmasıyla sonuçlanıyor gerçekten, ama tüm bunlar seks işçiliğinin çoğunlukla ataerki ve kadın düşmanlığından beslenen, kadınların kaçırılması, tuzağa düşürülmesi, borçlandırılması, pasaportlarına el konulması, şiddet görmesi gibi baskı yoluyla ayakta tutulan bir sömürü endüstrisi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kadın düşmanlığının bizzat kendisinin aldığı en temel formlardan bir tanesi zaten kadını sadece seks hizmeti sunan bir servis sağlayıcıdan ibaret görmek. Daha geçtiğimiz günlerde Dünya Sağlık Örgütü’nün adı Kongo’da Ebola salgını esnasında çalışanlarının sağlık hizmeti ya da iş imkanları için yerel kadınlardan seks talep etmeleri nedeniyle bir skandala karıştı. [1] Bu pankartın bir özgürlük biçimi olarak bize sunduğu bireysel tercih de zaten mevcut ve yaygın olan iktidar ve sömürü ilişkilerini bambaşka bir çerçeve üzerinden, ama tam olarak güya hedef aldığı şeyin (ataerki, kadın düşmanlığı) kuracağı şekilde tekrar üretmeye yarıyor. Kadını, işi erkeklere seks sunmak olan canlı bir şişme bebek olarak gören zihniyet dün Kongo’daysa bugün kadın yürüyüşünde bize tam olarak aynı şeyi söylüyor: “kadın yoksulsa, her zaman seksi bir takas unsuru olarak kullanabilir.”
Solun gerçek işlevi bireyi ne her seçimi kendisiyle başlayıp biten, kendi kendini inşa etmiş bağımsız bir tercihler yekunu olarak görmekte, ne de bireyi sadece devletin, iktidarın, kapitalizmin karşısında, bunlar tarafından tamamıyla belirlenmiş ve çaresiz bir özne olarak kurup statükonun sağlamasını yapmakta. Solun gerçek işlevi bireyin içinde bulunduğu yapılar ve ilişkiler ağı içindeki yerini doğru tespit edip bu yapı ve ağları daha özgür, eşit, adil bir dünya istikametinde değiştirmeye çalışmakta.
[1] https://www.nytimes.com/2020/09/30/world/africa/who-abuse-congo-ebola.html?action=click&module=Latest&pgtype=Homepage