Sözcükler, Hayatımız (Oedipus Karmaşası 53)
Erdoğan Özmen

Sözcüklerden oluşmuş hayatlardır bizimkisi, sözcüklerden yapılmış, işlenmiş, dokunmuş. Sözcükler sayesinde bir kimlik edinir, ancak sözcüklerin imbiğinden geçtikten sonradır ki bir bedene kavuşuruz. Öncesinde sadece biyolojik bir makine, bir biyolojik işleyişler/işlevler çokluğu vardır. Her daim neyse o kalan. “Ben” bile diyemediğimiz, bizim için daima dışarısı, dış dünya olarak kalacak kör, otomatik, tekdüze bir mekanizma. Demek o et ve kemik yığınını hakkederek, işaretleyerek, biçimlendirerek, yerine göre kasarak ve genişleterek; dil ve sözcükler organizmayı içinde ikamet ettiğimiz bedene dönüştürür, insana bir iç dünya bahşeder. Böylece bir ruhumuz olur, maddeden müteşekkil bir ruh: Dil ruhun maddesi, tözüdür. Dil vasıtasıyla ötekilerle ilişkinin sonsuz okyanusuna açılır, ötekini çağırır, ötekinden talep eder, ötekine teslim oluruz. Öteki, dilin imkanlarıyla bize eğilir, bizi sözcüklerle sarıp sarmalar, konuşarak yatıştırır. Dilin/sözcüklerin kundağına yatırıldıkça teskin oluruz. “Dilin bir tür başkalarını sevme biçimi olması”, bu yüzdendir.

Konuşan bir varlık haline, bir özne katına yükselmek, bir iç dünyaya sahip olmak: İnsanın büyük hikayesidir bu. Demek annenin memesinden annenin diline geçerek, o büyük ayrılığa maruz kalarak ve tahammül ederek, bundan böyle dilin/sözcüklerin emzirdiği ve beslediği sonsuz ve ölümsüz varlık yaparız kendimizi. İnsana en eşsiz bağıştır anadili.

O yüzden, bir hikayesi olsun isteriz hayatımızın. Hikayelerle büyülenir, kendimizden geçeriz. Eksiksiz bir hikaye oluşturabildiğimizde, eksik kelimeleri tamamladığımızda nihai hakikatimizi keşfedeceğimize inanırız. Böylece acılarımızın dineceğini, içimizin huzurla dolacağını umarız. Akışkan, uçucu ne varsa hayatlarımızda sabitleneceğini, istikrar kazanacağını. Bundan değil midir, dil ile, ötekilerin konuşmalarıyla bize ideal olarak sunulan şeylere benzemek için didinir dururuz.

Davranışlarımızda, ilişkilerimizde, duygularımızda tekrar edip duran, belimizi büken, ruhumuzu yoran, aşındıran dile gelmez ve “yabancı” (demek aynı zamanda tam içimizdeki) onca şeyin dile gelmesi, ifadeye kavuşması, kelimelerle buluşması demek olan psikoterapi/psikanalizden de beklediğimiz şey değil midir bu? Daha önce ayak basılmamış ama vadedilmiş, çoktan kaderimiz olarak, bizim için ayrılmış toprakları katetme şansına kavuşmak. Yeniden kendimiz olmak. Hiç var olmamış bir şeyi arkamda bıraktığım yanılsamasına kapıldığım ölçüde, canhıraş bir çabayla bu kurucu kaybı/eksikliği telafi edecek ikameler yaratmak. İçimizdeki dehşetli boşluğu doldurmak, derinlerde bir yerde eksikliğini (demek mevcudiyetini de) hissettiğim diğer varlık katına uzanmak, dokunmak. Birden çakması ışığın.  Ama, o nihai kelime/yer mevcut değildir işte. Bu yanılsama/vaat, aldanış/bekleyiş kiplikleri en temel açmazımdır: Beni kendi kimliğime iliştiren/rapteden (ve yabancılaştıran) Öteki ve onun sözcükleri, diğer yandan daima yetersizdir, başarısızlığa mahkumdur. İçimdeki gerilme, çalkantı, huzursuzluk yine oradadır çünkü. Sadece yer ve kılık değiştiriyordur. Ötekine boyun eğme ve tabi olmanın, ve ancak bundan sonraki karşı-gelme ve ayrılıkların tarihidir hayatım. Sonraki tüm kayıp/eksik deneyimlerinin geri-dönüşlü olarak işleyeceği, yeni sözcüklere/seslere tercüme edeceği, eski sözcüklere yeni sesler bularak ehlileştireceği (demek hayal ve arzu dünyamın durmaksızın genişleyeceği, her seferinde yeniden belireceğim) ilk kayıp/eksik kaidesinden başlayan bir hayat. Hep yeniden başlama, hep yeniden yola koyulma heyecanı ve şevkiyle, hep ümitle atan kalplerimiz, bu yüzdendir.