Nasıl da anlaşılırdır insanın kendini araması; üstelik bulamamak, bazı bulduğunu varsaydığında ise daha da şiddetle yitirmek pahasına... İnsan saklı bir varlık mıdır, kendine bile? Şayet öyleyse nerededir: çalkantılı duygularda, ürkek sezgilerde, beşeri ilişkilerde, ideoloji-cereyan hatlarında..? Saklı olanı aramak, görünenle yetinmeyip ötesine uzanmak; bulmanın gelgeç sevincine ya da yeniden kaybetmenin sızısına, nafilelik hissine meydan okuyarak daima çabalamak: şahitsiz bir erdem mi, bir girdapta sürüklenmek mi, yoksa katlanılır bir çaresizlik mi bu? Gelgelelim mesele sadece saklı olanı bulmak, örtülü olanın üzerindeki kabukları kaldırmakla sınırlı olsaydı hakikat meselesinde basit bir ifşa stratejisi yeterli olurdu. Saklı olan kadar açıkta ve el altında olan, ayan beyan ortada olan da çoğun erişimden uzaktır. “Bak bana apaçık ortadayım da gene de gizliyim” diyordu Mevlana Celaleddin-i Rumi: Aşikâr olanın, güya apaçık olanın da saklı olması, berrak ve keskin bakışlardan taşması, bulanıklaşması söz konusu...
Henüz on dokuzunda iken “saf incileri gün ışığına çıkarmaktan” söz ediyordu Marx, köpüren ama hedefli bir tutkuyla; gözü kara bir kumarbaz edasıyla “zihnin doğasını” kavramak üzere “denizin dibine dalma” arzusundan bahis açıyordu: ister tarih ister siyasal iktisat isterse toplumsal ilişkiler olsun, o gün bugündür keskin bakışa derin bakışın da refakat etmesi icap ediyordur; hem saklı olanı hem de aşikâr olanı gün ışığına çıkarmak, düşüncenin sahasında anlamlandırmak, insana biraz daha yaklaşmak için... Bu fasılda, insanın dibe dalması, cezbeye kapılmadan uçurum kıyılarında adımlaması, giderek daha da derinlere inmesi, dolambaçlı yollarda kaybolsa da yeniden yüzeye çıkması için bir balina olması gerektiğini öne sürüyordu, okyanusların şahı Herman Melville:
“Dalan tüm insanları severim. Tüm balıklar yüzeye yakın yüzebilir, ama beş bine ya da daha derine ancak büyük bir balina inebilir. Düşünce dalgıçları, dünyanın başlangıcından beri gözleri kanlanmış olarak yüzeye çıkmışlardır.”1
“Gözleri kanlanmış düşünce dalgıçları”: Kim ne derse desin dünya pek çok şeyin yanı sıra, bu mübarek balinaların da yüzü suyu hürmetine dönüyordur. Hegel’e rağmen “diyalektiğin yerini hayat alıyordu”, ya da “Tanrı yoksa her şey mubahtır” türünden kristalleşmiş, hakkında ciltler dolusu kelam edilecek kıvamlı sözleri Dostoyevski gibi bir balina zikredebilir ancak; keza kişinin kendi hakikatiyle vuslatı söz konusu olduğunda “halkların sefil çıkarlarını ayaklarının altına alma” şartını, “buzda yatma”, soğuğa dayanaklı olma kıstasını balinaların en uzak, en ıssız ve yalnızlarından biri olan Nietzsche dillendirebilir sadece. Tartışmaya, geliştirilmeye hep açık, ama ikna ve rıza oyunlarının dışında, sarf edilmesi, hayatın akışına bırakılması hususunda sonuna kadar hak edilmiş sözlerdir bunlar... Balinalar arada bir yüzeye çıkıp da konuştuklarında yahut sustuklarında; hakikat mutlaklaştırılmadığı müddetçe herhangi bir ehliyete, icazet makamına hacet yoktur; zira dile getirilen her fikir kendi sorumluluğunu kendi üstlenmiştir...
***
Balinaların yüzeye taşıdıkları ganimetler düşünceden yana kireçlenmiş zihinlerde, duyusal melekeleri körelmiş varlıklarda elbette rahatsızlık, homurdanma, alerji yaratır; huzursuzlukları defetmenin en eski usulü ise balinalarla dalga geçmek, onları alaya almaktır. Platon’un katiyetle hakikatin bilgisinin zincirlenmiş, içgüdülerinin peşi sıra sürüklenen varlıklara açılmaması gerektiğini belirtmesi de bundandır: eğlenecek, kıymetten düşürecek ve ellerindeki kanaatlerle yetineceklerdir... Platon’dan zerre haz etmeyen Spinoza dahi kitabının hoşgörüden yoksun, anlama ve kavrama cehdine dudak büken, dini ve siyasi önyargıların esiri olan kalabalıklar tarafından okunmamasını talep edecektir. Zira yığınla ilişkinin toplamı olarak kitleler ve oradan meşruiyet devşiren iktidarlar sadece dalga geçmiyor, aynı zamanda aforoz ediyor, takibe alıyor, casusluk suçlaması ile damgalıyor, sürüyor, kesip biçiyor, linç ediyordur... Bu minvalde, devrimci düşünenin mimarlardan Marx da, şahsına yöneltilen her türden bilimsel eleştiriyi hoşnutlukla bağrına bastığını, ama kamuoyu denilen şeyin hiçbir surette taviz vermediği ipe sapa gelmez fikirlerini ise Dante’nin sözü ile karşıladığını dillendirecektir: “sen yolunda yürü bırak insanlar konuşsunlar.” Benzer bir jestle, ama daha keskin bir tonla, burjuvazi de dahil modern toplumun tüm oluşumlarını, bu oluşumların politikacılar da dahil söylemsel taşıyıcılarını (“Bismark’a arabacım olma onurunu dahi bahşetmem”) ayaktakımı olarak değerlendiren Nietzsche ise Deccal’de yarı-şaka, yarı-trajik bir sesle “bu kitap en azlar için yazılmıştır, bunların muhtemelen henüz teki bile hayatta değil” diyecektir.
Balinaların bu tutumunun kendini kapatma, düşünceyi sırça köşklerde muhafaza etme isteğiyle ilişkisi yoktur, aksine cömertliğin olmazsa olmaz ilk adımıdır. Ucuzundan bir elitizmle değil, ihtiyatla alakalıdır bu adım da: düşünce dalgıçları zıpkınlara karşı önlem almak zorundadır. Spinoza insanı bütün bir hayat boyunca meşgul eden üç mutluluk parametresi olduğunu öne sürüyordu: “itibar”, “servet” ve “duyusal hazlar”. Ona göre hayatlar bu üç arzu imgesi nedeniyle heba oluyordur, bu kuşatıcı olduğu kadar tahakkümcü de olan –hele şimdilerde- mutluluk anlayışının dışında daha kalıcı başka mutluluk imkânlarına zar atmak kolay değildir. Bütün o derinlere dalma arzusunun –elbette kendine has bir zevki olmakla birlikte esas meselesi de yeni imkânlar için hem kafa hem yürek yormaktır. Yeni olanı sunmak, başka bir istikamete işaret etmek çoğun yadırgatır. Önyargılarını bir tarafa bırakıp, her ne kadar rahatsız etse de kişinin karşılaştığı yeni bir düşünceyle ilişki kurması, farklı imkânlara açık olması, hikâyesini bir süreliğine askıya alıp da düşünceye kendini açması, açma cesaretini gösterebilmesi de başlı başına mühim bir mevzudur... Edip Cansever’in bir vakitler “kapalı şiir yoktur, kapalı addedilen şiire açık olmayan insan” vardır yollu sözü de tam olarak bu eşiklerde dolanır... Kapalı addedilen, huzursuzluk veren, denklem dışı, istisnai, ters düşüncelere de açık olmak; alışkanlıkları statükoya dönüştürmemek, yeni ve farklı düşünceleri püskürtmeye, boğmaya çalışmamak: Nadir bir meziyet edinmek değil; sebatla, talimle geliştirilecek bir yeteneği besleyip diri tutmak...
***
Yüzeydeki balıkların mesnetsiz kanaatlere tutunarak birbirleriyle itişip kakışmalarından farklı olarak balinalar da kendi aralarında konuşur, tartışır, ihtilaflara düşerler elbet: güçbela ışığa çıkarılmış, ifadeye bürünmüş, dilde görünürlük kazanmış bir düşünce henüz kuluçkadaki ya da karanlıkta boy atan bir başka düşünceyi çağırır, bir tohumu çatlatır, onu ışığa doğru kışkırtır. Ve tüm bunlar olurken bazen şahane yetersizlikler, müthiş hatalar, muntazam paradokslar da vuku bulur: kuvvetli çelişkilere düşmek de ancak düşünce dalgıçlarının harcıdır. Elbette bu çelişkileri sinsi bir art niyetle teşhir edip balinaların tüm çaba ve emeğini bir kalemde silmekten zevk alan akademik-bilimci piranalar da vardır, Nietzsche’nin “mürekkep balıkları” ya da “kalem tilkileri” dediği tipler hep olmuştur, ama bu ısırıklardan zarar gelmez. Zira gözleri kan çanağına dönmüş balinaların hataları türlü saiklerle didişip duran yüzey balıklarının doğrularından çok daha verimlidir. Paradoks yahut çelişkiler dünyaya sunulan düşüncelerin nazar boncuklarıdır hatta. Balinalar özelinde siyaseten yahut türlü kariyer hesaplarıyla istismar edilmek, iktidar istenci uyarınca oraya buraya bükülmek değil ama yanlış anlaşılmak ya da eksik yorumlanmak bile kıymetli sonuçlar doğurmaya gebe süreçlerdir. Bu itibarla, Ulus Baker, Geothe’nin Spinoza ile karşılaşmasındaki yanlış yorumlama faaliyetinin romantizm düşüncesiyle olan bağlantılarına işaret etmişti:
“Romantikler Spinoza’da vicdan ile zorunluluğun, akıl ile tutkuların uzlaştığı bir üst düzlemin bulunduğunu hissetmişlerdi. Onda akıl buyruklar vermezdi. Buyrukları dinler verirdi. (...) Spinoza romantizmin yanlış anladığı babasıdır; Geothe onu yanlış anlamasa, Rousseau yanlış yorumlamasa romantizm, özellikle ‘büyük romantizm’ mümkün olamazdı.”2
Hiç anlaşılmamaktansa yanlış anlaşılma: Balinaların alıcılarına sundukları mükafatlar arasında hoş yanlış anlaşılmalar da var... Bununla birlikte, düşünce dalgıçlarının derdi şimdiye kadar hiç işitilmemiş cevaplar bulmak değil, henüz sorulmamış, cüretli ve atak sorular sormak, yeni sorunlar üretmektir. Geleceğin değil, geçmişin eksik bıraktıklarını tamamlamak dalma arzusunun pusulası gibidir. Hakikat taklidi yapan kanaatlerin, şuncacık bir alanda çırpınıp duran balıkların yeni sorunlarla işi yoktur; tuzu kuru cevaplar, ham fikirler, bakımsız duygular, derme çatma deneyimlerden edinilen izlenimler-hurafeler genellikle yeterlidir; kanıksanmış bir zayıflığı hınç ve hasetle birleştirmek için...
***
Elbette konaklama, yakıt ikmali de şarttır: dalma cüretini kuşanmış bir balina uzak ya da yakın, eski ya da yeni bir başka balinanın sırtında yahut etrafında soluklanır, demlenir, tazelenir, ama davetkâr olan menzil değil, her durumda yoldur. Nitekim tüm balinalar daima daha derin yerlerin olduğunun farkındadırlar; kibir ve küstahlık gömleğini üzerlerinden atmaları, derinlik sarhoşluğuna prim vermemeleri de bu bilginin idraki sayesindedir. Okyanuslar bitimsizdir. Varoluş kitabının, insanın çehrelerinin sonu yoktur. Bile isteye sonu olmayan bir yola revan olmak, delilik mi akıllılık mı bu? Bu sorular zaman kaybıdır, zira ölüm ve yaşam, akıl ve delilik arasındaki sınırları çoktan geride bırakmışlardır. Yolun sonundaki hedefe varmak değil, toplanan hasadı ikram etmek içindir belki de tüm o zahmet ve feragat. Nietzsche’nin Zerdüşt’ü yıllar yılı tefekküre çekildiği inzivasından bir sabah çıkmak ister, fazla bal toplamış bir arıya dönüşmüştür, yeryüzünü kızıla boğan güneşe seslenir:
“Bak! Tıpkı fazla bal toplamış arılar gibi usandım bilgeliğimden, uzanacak eller gerek bana. Armağan vermek ve paylaştırmak istiyorum, insanlar arasındaki bilgeler budalalıklarından, yoksullar da zenginliklerinden yeniden kıvanç duyana dek. Bu yüzden inmeliyim derinliklere: tıpkı senin akşamları denizin ardına geçip, yeraltı dünyasını aydınlatman gibi, ey zenginler zengini yıldız!”3
Bu zarif balinalar nazarında verene değil, alana, yani hürmetle talip olana teşekkür edilir. Armağan olarak düşünceler bir şükran duygusuyla varlığın ebedi döngüsüne bırakılır: hediyelerin etkileri şimdi değilse bile sonradan kendini duyuracaktır; sözün üreticilerinin, o yaralı balinaların bunu görüp görmemesi de pek belirleyici değildir: “Ey Zerdüşt isminin ne önemi var, sözünü söyle ve mahvol” diyecektir “en sessiz saat”. Öyle ya esas olan yaklaşmakta olan “büyük öğle” vaktidir: varlığın çarkını döndürmek için kükreyen değil, “güvercin adımlarıyla gelen düşünceleri” bulmak üzere hep daha derinlere dalmak, yeniden yüzeye vurmak... Kan oturmuş gözlere rağmen...
1 Melville’den aktaran: Gilles Deleuze, Müzakereler, çev. İnci Uysal, İstanbul: Norgunk, 2013, s. 113.
2 Ulus Baker, Yüzeybilim Fragmanlar, İstanbul: Birikim Yayınları, 2009, s. 414.
3 Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, İstanbul: İthaki Yayınları, 2008, s. 9.