İnsanın hiç kimseye değil de, nadir de olsa kendine yakalanması da mümkün: birdenbire kapıyı çalan, faka bastıran, değerleri yerinden oynatan, kişinin kendini yadırgamasına, hatta tanımamasına neden olan muhtelif eylemler, düşünceler ve duygular... Sırasını –en uygun ânı- bekleyen, keskin ışımalar şeklinde cereyan eden karşılaşmalardandır bu: ama bu karşılaşmada bahis sadece tepedeki tasla birlikte, bir cinnet dalgasıyla gövdenin de oraya buraya saçılması değil; daha ziyade ağır ağır işleyen, kendi dekorunu kuran, manzarasını yaratan uzun erimli kişilik yitimleri... Yitimden çok önce işleyen, üstelik sonrasını da hazırlayan türlü küçük kaşıntılar ekonomisi: Usulca gelip yoklayan kıskançlık kıvılcımları, habis homurtular, haset kıpırdanmaları, sırıtkan sızlanmalar ve kınamalar, kimileyin dışa ama genellikle içe akan fenalık suları, pasaklı sinsi hazlar, mahcup nefretler... Büyük ve kolektif kaşıntılara da akmaya, karışıp kaynaşmaya meyilli; fesatlık makamından kötülük makamına geçiş için fırsat kollayan istekler, cesaretsiz hülyalar, sinsi fanteziler... Ne var ki, tüm bunlardan habersiz gibi davranmak, kendini muaf tutmak, temize çıkarılmış bir varoluşu masumiyetle mühürleyip devam etmek: bu fasılda, “ben hiçbir kötülük yapmadım” diyebilen bir kişinin işi bitmiştir diyordu Elias Cannetti, zira “kötülük vardır ve iddialıdır.”
***
Dışarıdaki kötülük imgelerini teşhis etmek, onlara hayıflanmak elbette kolaydır: asıl mesele içeride olana bakmaktır, çok daha müşküldür bu edim, zira kişi kendini tam o anda, fena bir düşünceye, kötücül bir hisse temas etmişken yakalamakla kalmayıp kendi kendinin yargıcı da olmak zorundadır. Neyin iyi neyin kötü olduğu hakkında karar vermek: İnsanın kendini yargılaması başkalarının onu yargılamasından çok daha yaralayıcı, ağır ve risklidir. Yaptığım şu eylemle kötülük yapan birine dönüştüm demekle ben kötüyüm demek arasındaki narin sınırların yerinden oynaması işten bile değildir. İnsanın kendini dönüşüm esnasında yahut sonrasında fark edebilmesi için hususi bir dikkat gerekir, ama zahmetli olduğu kadar anlamsız da kaçar dikkatle davranmak, hele de şimdiki hoyratlık zamanlarında... Bundandır, insanın bazı kaşla göz arasında kendine yakalandığında –hükümde bulunma söz konusu olduğunda- çoğun mazeretler üretip havlu atması, eyleminin nedenlerinden ve yarattığı etkilerden sıvışmanın yollarını bulup ona sunulmuş olanla, teskin edenle, inandıklarıyla yetinmesi, pişkince: Haklarla donatılmış, özgürlük yanılsamasına çoktan ikna olmuş, kibir gömleğini üzerinden hiç çıkarmayan modern özne kendine dair net bilgilere, kesin fikirlere sahip olduğu kanısındadır; iyilik ve kötülük kavramları da dahil...
***
Bu bilgi varlığı kötü olamayacak kadar zayıftır aslında, zayıflığını iyilik diye bellemiştir. Belirsiz ama normal anlık durumlar yaşanmıştır, o kadar... Kendisi hakkında hakikat değil, kesinlik talep eden, bunu da çoğun edindiğini düşünen garip bir fail tipi bu: kesin bilgi yahut kanılarla kendini tanımlamış özne nazarında eskilerin “kendini bil” düsturu çoktan yavan bir lafa dönüşmüştür tabii, zira artık kendini biliyor, duyuyor ve tanıyordur. Bu tanımada türlü gerekçelerle “kötülük” mefhumuna yer yoktur. Kendi çatlamış, eğri ve puslu aynasından gördüğü imgesi tam, sorunsuz ve bütündür... Bu aynada her şey hesaplı kitaplı, ölçülmüş biçilmiştir de sanki, geriye bütünlükten başka hiçbir şey kalmamış gibidir. Paramparça ama yine de bütün: berbat şaka... Başkalarının doğrularını gevelemektense insanın kendi yalanını söylemesinin daha evla olduğundan dem vuran Dostoyevski, kişinin kendi yalanını söylemesinin bile bunca zor olduğu bir dünyada derin bir sıkıntıya işaret ediyordu: özne modern toplumsal ilişkilerde, bu ilişkilerin nabzının attığı dilde kendi yalanını dillendirmeye dahi muktedir değildir artık, bırakalım bütünlük esprisini ya da iktidarla mutlu mesut yol alıp çoğalan bilginin küstahlığını; “kendi-lik” addedilen şey yalanı –keza gerçeği de- söyleyemeyecek derece yitirilmiş vaziyettedir... Hal böyleyken, tıpkı kötülük gibi iyiliğin de kendi iddiası vardır: insan sahtekârlığa kapılmadan, kendine yalan söylemeden iyi olmaya hâlâ muktedir midir?
***
Bölünmez, dağılmaz bütünlükler yoktur yaşamda, kimi eşiklerde, dört başı mamur özne de çözülür: rutini bozan bir olay kişiye musallat olduğunda özellikle, içeriden bir yıkım süreci hasıl olur. Beklenmedik bir olay orada saklı olanı açığa çıkarmıştır: korkuları, kaygıları, marazi istekleri, yakıp yıkma arzularını, saldırganlık içgüdülerini, imha niyetlerini... İster şiddetli ve kudurgan ister soğuk ve sakin olsun, siyasi içerikleri de olan kendine yakalanma ataklarında aşina özne bölünüp parçalanır; geçmişle gelecek, dille temsil, deneyimle hafıza arasında şaşkın ve donuk; kalakalır... O vakte değin kişinin kendine ait olduğunu iddia ettiği özellikler ve anlamlar şangır şungur yıkılıyordur: “bu ben değilim” olumsuzlaması yükselir yıkıntılar içinden, bir hakikate temas ederek: özne henüz kendiyle büsbütün karşılaşmamıştır aslında; imal edilip de dolaşıma sokulan imgelere, model ve imajlara tutunulmuştur belki, bu tutulmada duygular bakımsız, tutkular deforme, fikirler kırık dökük, değerler ve ilkeler kudretsiz, hasılı varlık yamalı bohça misalidir...
***
Sahte bir varoluş zayıf ve görünmez değil, en kuvvetli ve aşikâr olduğu iddia edilen yerlerinden çöker: Bir tiranın ağzından çıkmayacak cümleler, bir despotun eline su dökemeyeceği tavırlar, bir caniyi mumla aratacak ifadeler sözümona o âna değin kendini bilen, hiç değilse kendine hâkim olduğunu iddia eden öznenin bedeninden de dökülüyordur... Efendi ve köle, cellat ve kurban arasındaki diyalektik oyun fazla albenili, fazla iddialı, fazla şematik, fazla haklı ve masum çıkaran, fazla açıklayıcı bir oyundur. Fazladır zira köleyle köle, kurbanla kurban arasında da diyalektik ve daha karmaşık yollardan işleyen kimi oyunlar döner... Faşizm bedenlerden geçer diyordu Deleuze: yarı-karanlık tutkuları, tefekkür edilmemiş düşünceleri, takatsiz tahammülleri, yıpranmış sinir sistemlerini, çökmüş sabırları içeriden kesip de negatif duygulanımları kışkırtan faşizm arzusu... Bu arzu ideolojik araçlarla özneye dışsal bir yerden çağrıda bulunmaz sadece, içeriden, özne tarafından da çağrılır, örtülü ya da açıktan istenir, köle hep ve sadece efendisini değil, bazen –hatta belki çoğu zaman- yanı başındaki bir başka köleyi de yemek ister, kendiyle birlikte... Kimse bu türden arzulardan bütünüyle azade değildir, irili ufaklı yığınla kaza kişilerin hasar kayıt defterlerinde mahfuzdur, mesele daima kişinin kendi alçaklığına bakabilme, kendiyle hesaplaşabilme cüretini gösterebilmesidir. Fakat modern öznenin esaslı bir jesti de maharetle kendinden yüz çevirmesi, alçaklığı ve dahi türlü ahmaklıkları ötelerde, uzaklarda görmeye yatkın olmasıdır, ne çare...