Kudret Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

İnsan onca zaafına, zayıflık ve yetersizliklerine rağmen kudretli bir varlık. Acılarla, kayıplarla, çaresizliklerle baş etmenin yollarını bulur, yoksa da icat eder; bazı düşer, düşerken dağılır ama neden sonra ağır ağır da olsa kımıldamaya yeltenir, kalkmak için çabalar ve zamanla yeniden toparlanır, elbette yerine göre bir ayak bağı yerine göre bir hakikat hatırlatıcısı olan kırılgan bir hafızayı da kuşanarak... Yaşamak zahmetli bir süreçtir: bekleyiş ruhu parça parça kemirir, umut çoğun bitap düşürür, “arzunun top atışları” hele zihni de yüreği de gövdeyi de sarsar... Ve hep yükselişlerin ya da genişlemelerin değil, kimileyin alçalışların ve daralmaların dalgaları da kıyıları vurur, hem de nasıl! Ne var ki, tüm sızılara, yokluklara, yıkılıp çözülmelere rağmen, toz toprak içinde de olsa insan dağıldığı yerlerden doğrulmak için kıpırdar, silkinir... Kıpırdar ama esaslı bir engel dikilir önüne ilkin: Düşüşler haysiyette kırılmalar yaratmış, ruha ince çizikler atmış; haysiyetteki incinmelerse kişiyi olduğu yere çivileyen, gerisin geri püskürten kini beslemiştir. Ama kendini yeniden bulmak isteyen insan kinin acı zevkini de bir yana bırakabilir, o derece kudretlidir... Ayağa kalkma edimindeki haysiyet azmine, yitirilmiş ruh asaletini yeniden kazanma arzusuna hayatta kalma içgüdüsünün türlü ayak oyunlarının tebelleş olması da mümkündür tabii, ama tıpkı düşüş gibi bu tasallut da haysiyet mesaisi için gereklidir sanki, kimi maskaralıkları savuşturmak icap eder zira yeniden’de parıldayan arzu devam etmek için kefaretini ödemiş olmalıdır...

***

Elbette varoluş sadece düşüş ve kalkış, hasar ve tadil ritimlerinden ibaret değil. Arzunun yalansız bir şekilde kendi kişiliğine kavuşmaya ve onu geliştirmeye programlı bir güzergâhı da var. Sarsıntılı bekleyiş yerini gözü kara bir ataklığa bırakır, kişi yayından fırlamış bir ok gibi hedeflerine doğru yol alır, isabet eder ya da ıskalar, fark etmez. Bu fasılda, arzu ve kudret bahsinde ters köşeye yatıran, hazmedilmesi müşkül parametrelere işaret eden, keskin ve acayip bir bakış: İnsanın kendi gücünü neyle ölçtüğünü soruyordu Walter Benjamin, “zafer ve talihle mi?” Arzunun maskeleri olarak ne zafer ne de talih gücün kanıtıdır, aksine Benjamin nezdinde köklü zayıflıkları zahmetsizce açığa çıkaran zafer ve talihten başkası değildir:

“Bir mücadelede ya da aşkta kazanılan bir zaferden sonra, zayıflığından dolayı şaşkınca ve ürperircesine sevinerek ‘Bu ben miyim? Ben ki zayıfım; bütün bunlar bana mı?’ sorusunun içinden geçtiğini hissetmeyen var mıdır?”1 

Nasıl da zarif ve bir o kadar da yüklü ve kapsayıcı bir soru bu: bir mücadele yahut bir aşk zaferinden sonra kişinin kendine hayret edip de “bu ben miyim?” diye sorması, şaşkın ve ürkek etrafına bakınması... İnsan çoğun hazırlıksız yakalanır hem zafere hem de aşka, şaşkınlığı, allak bullak olması da bundandır biraz, bir olay olarak zafer ya da aşk zayıflığın öncesini, onun ortamını da yaratmış gibidir: zafer kendini duyurdukça, aşkın muhatabı ete kemiğe büründükçe arzunun imgeleri giderek daha da içerik kazanıyor; somut ve kanlı canlı hale geliyordur. Keza bekletilen, tasavvur edilen gelecek de daha kuvvetli adımlarla yaklaşıyordur; ama bir vakitler uzaklarda, düşler âleminde olanın nabzı daha yoğun hissedildikçe kudret kabuğunun altındaki çatlaklardan zayıflık ışımaları da uç veriyordur: arzunun negatif ama tamamlayıcı bileşenleri olarak korku, tereddüt, mağlubiyet endişesi, pişmanlık, ya da düpedüz başarısızlık ürpertisi... Tüm bu boğucu hallerden, tutku nöbetleri ve duygu çalkantılarından sonra zaferle gelen o ferahlama ânı, ve o ânı süsleyen hayret: “bütün bunlar bana mı?”

***

Sadece mücadele yahut aşk değil, belki –politika da dahil- yaratıcı etkinlikler için de geçerli bir hayret olabilir bu, özne kendi eylemlerinin neticelerine inanamıyordur: tedirgin ve mahcup bir iç sesle, bu dizeler, bu cümleler benim kalemimden mi çıktı, ne kadarı benim, bu düşünceler benim mi, bu beste, bu resim sahiden bana mı ait, oysa ben sadece... Kişi içten içe zaferi ya da aşkı hak etmediğini, güzel ve enerjik bir dize kuramayacağını, bir eseri vücuda getiremeyeceğini, bunlara muktedir olmadığını düşünüyordur sanki: ama nasıl olmuşsa kör talih –çalışkanlık, inat, cüret kılıklarına bürünerek- yüze gülmüştür; aşkın nesnesi, sevilen şahıs orada değil, buradadır artık, o meşakkatli mücadelenin zararlarını tazmin edecek ganimetler ışıltılar içindedir, ama talihin bu garip gülüşü, zaferin bu apansız ziyareti gücü değil, zayıflığı ifşa etmiştir: “ben ki zayıfım...” Buradaki vurgu kudretin fetişleştirilmesi olmadığı gibi kesinlikle zayıflığın sevilmesi, bağra basılması, tadının çıkarılması ya da yüceltilmesi de değildir. Zayıflığın fark ve idrak edilmesi sınırın öte yanındaki kudrete de ışık düşürür. Nitekim insanın kendi zayıflıkları da epeyce saklı yahut diplerdedir, açığa çıkmaları için iyisiyle kötüsüyle karşılaşmaların diyalektiği gerekir. Ama bu diyalektik akışta zayıflıkların fark edilmesi de ayrıca girifttir, zira gurur yahut kibir genellikle zayıflıkları sinsice hasıraltı eder. Hiçbir şey olmasa bile dalgınlık vardır. İdrak için berrak bir zihin, perdesiz bir bakış şarttır. Bu fasılda, Goethe’ye atıfla, bütün niteliklerin başında dikkatin geldiğini öne sürer Walter Benjamin. Dostun bir jestinin, sevilen kişinin hoş bir edasının, bir romandaki mühim bir detayın, politik bir söylemdeki vurgunun, Ulus Baker’in o nefis tabiriyle bir sözdeki tonun, tonlama derecelerinin, ya da dışımızdaki dünyanın kuytu köşelerindeki bir parıltının dikkatsizlikten ötürü boşluğa yuvarlaması imkân dahilindedir; öte yandan Benjamin’e göre, dikkatin insanı beceriksiz kılması istenmiyorsa şayet her dikkat kesilmenin kendi hayretini de yanında taşıması elzemdir, zira hayret yetisi dikkatin esas düşmanı olan alışkanlığı alt etmenin başlıca aracıdır. Hasılı kudret ve zaaflar ortasında, talih ve zafer aldatmacaları içinde, dalgınlık ve dikkat kesilmeler arasında insan bir zaferden, onu kendinden hoşnut olmaya teşvik eden bir eylemin hasadına kavuştuktan sonra daima sorar: “bu ben miyim?”

***

İnsanın kendi kudreti karşısında da zayıflıkları karşısında da hayret melekesini yitirmemesi, bakışının solmaması; kişinin kendi zayıflıklarına inanmış ve gömülmüşken bastırılmış, gölgelenmiş, unutulmuş güçleriyle, kendi gücüyle karşılaşması da epeyce kıymetli bir deneyim olsa gerek: “bütün bunlar bana mı?” sorusundaki o güzel hayret, garip şaşkınlıksa cabası...    


1 Walter Benjamin, Parıltılar, çev: Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Yayınları, 2016, s. 43.