Aktivizm
Tanıl Bora

Aktivist, son on, on beş yılda dile yerleşen bir sıfat. İnsan hakları aktivistlerinden, barı aktivistlerinden, çevre aktivistlerinden (yakınlarda ayrıca iklim aktivistleri), hayvan veya hayvan özgürlüğü aktivistlerinden, sonra mesela bir akademik aktivizmden söz ediliyor. Hatta tek başına “aktivist” diye anılanlar, veya kendisini böyle tanıtanlar oluyor.

Türkçe ve başka dillerdeki sözlükler ve internet kaynakları, “çabalarıyla belirli hedeflere erişmeye çalışan,” diye tanımlıyor aktivisti. “Siyasi açıdan çok aktif olan” tanımını ekleyen kaynaklar da var. Daha ayrıntılı bir tanım, aktivistin siyasetçiden farkını, davasını doğrudan siyasal makam ve etkinliklerde yer alarak değil, kamuoyu çalışmasıyla, gösterilerle, kampanyalar düzenleyerek, lobicilik yaparak vb. takip etmesiyle tarif etmiş.

Günlük dilde genellikle, siyasetle bağlantılı bir meseleyle meşgul olan ama doğrudan siyasî faaliyet içinde sayılmayan sivil toplum örgütü veya sivil girişim üyeleri anlaşılıyor, aktivistten.

***

Terimin 20. yüzyıldaki tarihi, başka başka yerlere savuruyor bizi. Aktivist adı ilkin 1. Dünya Savaşında İsveç’te tarafsızlık politikasını bırakıp İtilaf devletlerine destek vermesini savunanlar için kullanılmış. 1. Dünya Savaşı ertesinde, kendi kaderini tayin hakkı hevesiyle yekinen yeni milliyetçi hareketlerin öncülerine Avrupa basınında “aktivist” denmiş. Sonra, Almanya’da dışavurumculuğa yakın bir gelgeç felsefî akım, bu adı kullanmış. Nazilerin aktivisti “volontarist-iradeci” anlamında olumlu bir tabir olarak kullandığı biliniyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraysa Naziler yargılanırken “esas suçlular”ın arkasından ikinci derece siyasî mücrim kategori olarak, suça iştirak ederek sorumlu olmuş “aktivistler” ayırt edilmiş. Sovyetler Birliği’nin ilk döneminde, sonra da bazı Doğu Avrupa reel-sosyalist rejimlerinde, “sosyalist emek aktivisti,” bir taltif kategorisi olarak kullanılmış. "Çok çalışkan", anlamında. 

2010’ların başından itibaren bütün dünya medyasında “aktivist” teriminin ‘hit’ olduğu gözleniyor. Eskiden militan denen, devrimci denen, siyasal eylemci denen, protestocu denen, lobici denen, dernek üyesi denenler, hep birden, aktivist diye anılır oldular.

***

Aktivist, Batı dillerinde “aktivite”den geliyor, yani faaliyet. Latince actus, yani “yapma, eyleme” fiilinden türüyor. Ortaçağda, dünyevî faaliyete yönelme anlamında; tefekkürün veya zahitliğin zıttı olarak kullanılarak yerleşmiş. 

Faaliyet kelimesinin anlamları, Ötüken Osmanlı Türkçesi Sözlüğünde şöyle sıralanıyor: Çalışma, canlılık, hareket, eylem; işler durumda olma, etkinlik. TDK’nın sıralaması: Eyleme işi, fiil, hareket, aksiyon.

***

Öne çıkan eş anlamlısı, “eylemci”dir aktivistir. Hukukta da fiil ve eylem eşanlamlıdır. Peki neden “eylemci” değil de “aktivist” diyoruz?

Aktivistin tercih edilmesinde, “eylemci” kelimesinin 12 Eylül rejiminden itibaren bizzat bir suç kategorisi gibi ‘kodlanmasıyla’ muhakkak ilgisi var. “Sağ ve sol eylemci” kalıpları, aslında 12 Eylül öncesinde de “militan”ı tanımlayan bir tabir olarak dile yerleşmişti.  “Silahlı eylemci” kalıbıyla da çağrışımlı kullanılarak, şeytanîliği pekiştirilmiştir.

’90’lardan sonra, sivil toplum örgütleri ‘ortamında,’ eylemci kelimesine yüklenmiş bu sicille ‘iltisaklandırılmama’ kaygısı da, yüksüz, sakıncasız bulunan aktivist sıfatının tercih edilmesinde alttan alta bir rol oynadı. Etkileşimin arttığı uluslararası NGO ‘kültürünün’ de muhakkak bu kullanımı teşvik eden bir etkisi oldu.

Gerçi, devlet-i âliye yönelik her itirazın, her aykırı nefesin, her ukalâlığın behemehal boğulması gerektiğine inananlar nazarında, “aktivist” ile “terörist” arasındaki fark da anca zar kalınlığındadır.

***

“Faaliyet” (veya “aktivite”) ile “eylem” (veya “aksiyon”) arasındaki ince farkı biraz deşelim.

Günlük dilde, “hafta sonu aktivitesi, bedensel aktivite” sözleri var biliyorsunuz, hayatın olağan akışı içinde yapılan şeyleri anlatır. “Aktive etmek,” harekete geçirmek demektir; kurulu bir düzeneği işler hale sokmak. Faaliyet, bir rutindir. “İşler durumda olma” tanımını hatırlayalım. Aktivist, bu bakımdan bir rutini sürdüren, işler halde tutandır.

Enformatikte veya sistem mühendisliğinde eylem, bir aktivitenin akışı içindeki temel adımlardan biri olarak tanımlanıyor. Aktiviteyi rutin akış, eylemi o akış içinde bir hamle, diye düşünelim.

Faaliyet/aktivite ile eylem arasındaki ince ayrımı yoklarken, Aristoteles felsefesinin yapma ile eyleme arasında yaptığı ayrımdan yardım alsak, haddimizi zorlamış olur muyuz? Yapma, özgül, somut bir amaca dönük üretimdir, araçsaldır, o amaca ulaşmayı hedef alan tanımlanabilir, öğrenilebilir, öğretilebilir bir beceriye dayanır. Teknik nitelikli etkinliktir. Eylem, yüksek amaçlara (en yüksek amaca) adanmasıyla ve özgürleştiriciliğiyle bizzat amaçtır, o nedenle erdemlidir. Ve malûm, kölelerin de icra edebileceği yapma’nın aksine eylemek, özgür olanlara mahsustur. Bire bir aynı şey değil, bir benzetme, bir uyarlama sadece: faaliyetin/aktivistliğin, eylemden ziyade, bu anlamda yapma’yla, yani teknisyenlikle mahdut bir yanı var.

***

Sinizmden sakınırım. Aktivizm mefhumunun, eylemin/eylemciliğin kriminalleştirildiği bir zamanda “steril” sosyal faaliyet konformizmiyle damgalanması insafsızcadır. Tartışmaya çalıştığım ince ayrım içinde, aktivizmin ve eylemciliğin de zaafları ve ‘faydaları’ var.

Aktivizm, sebattır. İşler halde tutmak, hep iş başında durmak, nöbet beklemektir. Tam tekmil siyasallaşmaya veya nasıl diyelim, doğrudan siyasal olana, siyasî-siyasete olan mesafesi veya temkini içinde, mücavir alanında eğleştiği siyasal olanın alanını genişletebilir, onun yüksek sınır duvarlarında gedikler açabilir. Buna karşılık, rutinleşmenin arızalarına tabidir: bürokratizm, teknikleşme-meslekleşme, kariyerizm, profesyonel ruhsuzluk… Siyasal olan karşısındaki mesafesi, temkini, kritik anlarda onu âtıl bırakabilir.

Eylemcilik, ‘izlemede’ kalmaya dönüşebilen rutinin dışına çıkıp hamle yapmaktır. Rutinin arkalara itebileceği ‘esas meseleye’ sadakattir, onu hatırlatmaktır. Siyasal’ın rutinini de bozabilen, sınırlarını ihlâl edebilen siyasal hamledir. Onun da zaafı, âcilciliğe, ikameciliğe, büyük jestlerin gösteriselliğine –ve tabii onun da kendince kariyerizme- kapılabilmesi…

Kastettiğim, bu ince ayrımı hep tartışarak, her iki kavrama hep eleştirel yaklaşarak ilerlemek…

***

10 Aralık İnsan Hakları günü vesilesiyle, bu tartışmayı somut bir yere bağlayalım. Zira insan hakları savanucuları, ve/veya aktivistleri, bir süredir, dolaylı olarak bu davayı tartışıyorlar. 3-7 Ekim’de çevrimiçi düzenlenen “Yeni Bir İnsan Hakları Hareketine Doğru: Küresel İnsan Hakları Krizi Karşısında Ne Yapmalı?” başlıklı sempozyumda Nilgün Toker’in meselesi, tam buydu.[1] O, uzun yıllardır uluslararası düzeyde ve ulus-devletlerce tanınmış bir insan hakları rejiminin çerçevesi içinde, onun güvencelerini varsayarak faaliyet yürüten insan hakları hareketinin, o rejimin devletlerce açıkça kaale alınmadığı, altının oyulduğu, sistematik olarak askıya alındığı bir zaman ve zeminde, artık bu tutumuyla insan haklarını savunabilmesinin müşkül hale geldiğini anlatıyor. Aktivizmin tıkanması, diyebiliriz buna. Aktivizmin, teknisyenliğe kısılabilen anlamıyla, tıkanması… Bu şartlarda, insan hakları hareketinin, insan haklarının tanınmasını sağlayacak, insan haklarını kabul ettirtecek, onların tanınmasını sağlayacak bir mücadele yürütmesi gerekiyor. Doğrudan doğruya siyasal nitelikli bir mücadeleyle bütünlenmesi, aşılanması, yani…


[1] https://tihvakademi.org/wp-content/uploads/2020/11/Sempozyum_Kitabi_2020.pdf