“Bir Başkadır” en çok uyandırdığı umut ve heyecan hisleri nedeniyle önemli bir dizi oldu belki de. Hepimizde belli ölçülerde yorgunluk ve karamsarlığa yol açmış memleketin onca meselesini konuşmak konusunda hala böylesine istekli oluşumuzun yarattığı umut ve heyecandan söz ediyorum. Dizideki karakterlerin dizinin olay örgüsünün dışına taşarak Türkiye toplumunu boydan boya kat eden belli başlı kutuplaşma, gerilim ve karşıtlıkları temsil edecek biçimde kurgulanmış olması tetikledi bu hararetli konuşma, tartışma ortamını. Demek İktidarın habire kanırttığı, donmuş ve katılaşmış haliyle muhafaza etmek için elinden geleni yaptığı tüm düşmanlık, önyargı, ötekileştirme söylem ve pratiklerinin yol açtığı bıkkınlık ve çaresizliği aşmak için güçlü bir istek taşıyoruz. Hiç eksilmeyen kötücül bir enerjiyle nefret/haset/hınç duygularını mütemadiyen kışkırtarak ve manipüle ederek var olan ve hükmeden politik gücün/iktidarın onca çabasına rağmen, yeniden toplum olmanın, yeni bağlar ve ilişkiler kurmanın, ortaklıklarımız ve farklılıklarımız üzerine yeniden düşünmenin biçim ve araçlarını merak etmekten ve aramaktan vazgeçmeyeceğiz demektir bu.
Yani “Bir Başkadır” hakkında yazmaktan çok birbirimize yazıyor, birbirimizle konuşmak istiyoruz. Orada bir biçimde gündeme gelmiş, temas edilmiş, temsil imkanı bulmuş meselelere ilişkin tartışmayı, düşünmeyi genişletmek, sürdürmek istiyoruz demek ki. Demek asıl olarak bu vesileyle, yani dizide dile gelmiş arzu, özlem ve fantazilerden hareketle kendi arzu, özlem ve fantazilerimizden söz açmak istiyoruz.
Dizinin, çeşitli yazılarda da ifade edildiği gibi, bazı eksik ve fazlalıklarının olduğu ileri sürülebilir pekala. Tipik bir liberal/muhafazakar bakış açısına sahip olduğu, toplumdaki yapısal/sınıfsal bölünmeyi ıskalayan ve bunun yerine kültür/kimlik meselelerini ikame eden liberal/muhafazakar fantaziyi ete kemiğe büründürdüğü; ya da tam tersi, basbayağı o yapısal bölünmeleri ve sınıfsal eşitsizlikleri gündeme taşıdığı söylenebilir örneğin. Kapitalist makinenin işleyişi, Kürt sorunu, travma, cinsiyet eşitsizliği gibi bazı yakıcı sorunlara değindiği ve ama bunları yüzeysel ve indirgemeci bir bakışla ele aldığı ileri sürülebilir. Ama diğer yandan, daha radikal bir anlayışa sahip olduğu, kendimizle, kendimizdeki öteki ile yüzleşmeye çağırdığı, çatışmanın ve bölünmenin hem farklı öznellikler arasında hem de bizzat kendi içimizde olduğunu vurgulayan bir çerçeveye sahip olduğu iddia edilebilir. Demek asıl meselenin öznenin daima bölünmüş olan yapısı olduğunu, özneyi yekpare bir bütün olarak görmek yerine öznedeki bu bölünmüşlüğe odaklanmak gerektiğini ileri sürdüğünden söz açılabilir. Demek ıskaladığımız şeyin bu olduğundan, yani kimlik ya da kişiliğimizin bir çekirdekten/merkezden yoksun olduğu, tam içimizden bölünmüş ve merkezsizleşmiş olduğumuz, varlığımızın merkezinin daima radikal olarak öteki, yabancı ve dışarıda olduğundan bahsettiği söylenebilir. Her bir karakteri kat eden farklı ve birbirine zıt özellikler, tutumlar, eğilimler, özlem ve arzular buna işaret etmek içindir belki de.
Belki dizi zaten tüm bu meseleleri aynı anda ele alacak bir zenginliğe ve derinliğe sahip olduğundan belki de, güncel her meseleye temas etme hevesi yüzündendir bu çeşitlilik. Belki de başka bir açıdan bir tür dağınıklık ve savrukluk olarak nitelenebilecek şey yüzünden her bir görüşün aynı anda hem lehine hem aleyhine olacak kanıt ve sahnelerin bolca bulunduğu bir dizi “Bir Başkadır”.
***
Hem dizide hem de ilgili yazılarda bunların ötesinde konumlandırmamız gereken ve daha önemli bir şey var bence. Belki de, yine hem dizinin hem de ilgili yazıların görmezden gelemediği, ama diğer yandan da hakkıyla anlamlandırmayı ve yüzleşmeyi beceremediği ve Ruhiye karakterinin açığa vurduğu bir şeyden söz ediyorum. Ruhiye karakterinde kendiliğinden dile gelen bir ağırlık, aşırılık ve şiddetten, ve tam da o aşırılık ve şiddet yüzünden tahammül edemediğimiz ve ıskaladığımız bir Gerçekten. Belki de söz konusu karaktere bir ad tayin ederken bile (haddimi aşarak söylersem) dizinin yaratıcılarının bildiklerini bilmedikleri bir şeyin hikayeye musallat olmak üzere çoktan yerini almış olduğu gerçeğinden.
Toplumsal/politik alanı bir tür psikoloji sahnesi olarak tahayyül etmek istiyoruz. Bir psikoterapi seansı gibi. Birden mucizevi, sihirli çözümler olsun, güçlü bir katarsis eşliğinde tamamıyla arınalım, pirüpak olalım istiyoruz. Psikolojinin geri dönüşü/yükselişi ve gündelik hayatın tüm alanlarına nüfuz edişi bu, biraz da. Politikaya, politik mücadeleye inanmıyor oluşumuzla, bir araya gelerek, örgütlenerek, kolektif biçimde mücadele ederek toplumsal değişiklikler yaratma ümidinin kaybıyla birlikte ilerleyen bir süreç. Kendimize, kendi gücümüze inanmıyoruz artık. Sermayenin/paranın yıkan, alt-üst eden, parçalayan, yok eden işleyişi ve şiddeti karşısında, giderek derinleşen sınıf ve cinsiyet eşitsizlikleri karşısında, metaların ve sermayenin canavarca hareketi ve hızı yüzünden gezegenimizin ve türümüzün karşı karşıya kaldığı korkunç ekolojik felaketler karşısında hissettiğimiz çaresizlik ve güçsüzlükle ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Dahası olan biteni anlamlandırmaktan bile yoksunuz. Ruhiye karekterinde ete kemiğe bürünen çaresizlik, güçsüzlük ve konfüzyon (kafa karışıklığı) değil mi bu? Hem dizide hem dizi üzerine düşünmüş hepimizde onu ihmal etme arzusu uyandıran, yalapşap bir yüzleşmeyle ortadan kalkacağı beklentisi yaratan
Toplumsal/politik meselelerin psikolojikleştirilmesi, psikiyatrize edilmesi, o çok bildik indirgemeci jest değil kast ettiğim. Psikolojinin/psikiyatrinin kavramlarının toplumsal/politik alana aktarılması, politik olanın yerini alması değil yani. Daha vahim bir şeyden söz ediyorum. Daha ziyade bir fantaziden, imgesel bir senaryodan: Toplumsal/politik olanın kendi yerinden tasfiyesi ve oradaki boşluğa psikolojinin yerleşmesi, tüm meselenin psikolojiden ibaret sayılması. Bu sayede varılacak toplu bir iyileşme, iyilik, iyileştirme uğrağı.
Birbirimizle ve kendimizle yüzleşir, sırlarımızı ve travmalarımızı dillendirir, hikayelerimize sahip çıkar, yeniden birbirimizle iletişim kurar, konuşmaya ve tanışmaya başlar ve duygularımızı bastırmazsak empatiyi, şefkati öğreneceğimiz, gölgelerimizle barışacağımız, birbirimizle empatik varlıklar olarak yeniden bağ kuracağımız ve güçlü bir katarsis eşliğinde iyileşeceğimize inanma arzusu.
Dizide Jung’dan, Jungçu psikolojinin bazı kavramlarından söz edilmesi de bu bağlamda epeyce anlamlı. Psikoterapinin neredeyse bağımsız bir karaktermişcesine merkezi rollerden birini oynadığı bir dizide Freud’dan, psikanalizin ve bir anlamda psikoterapinin kurucu babasından değil de Jung’tan söz edilmesinin dizinin bilinçdışıyla bir ilgisi olmalı çünkü: Türümüze ilişkin, türoluşsal bir niteliğe sahip kolektif mitler veya arketiplerin kültürümüz açısından bir önemi süphesiz ki var. Psikanalitik teoride de Freud, zaman zaman bu tür mitlere başvurmuş, hatta bazılarını (örneğin Totem ve Tabu’nun “ilk sürü” miti) bizzat icat etmiştir. Buradaki asıl amaç, bireyi/özneyi/hastayı belli bir değişmezliğe, sabit niteliğe indirgemek, söz konusu kurucu mitin bireyde, bireyoluş serüvenimizde belirli bir biçim kazanarak daima edimselleştiğini varsaymak, böylece belirsiz, ucu açık ve sonlanamaz olan somut hastayı analiz zahmetinden kurtulmak, bir sona ve çözüme ulaşıldığı düşüncesiyle oyalanmak. Bir yanılsamanın keyfini sürmek. Demek burada söz konusu kolektif mitlerin hasta için yeni ve mitik bir özdeşleşme imgesi olarak işlevsel olacağı (şu halde daha derindeki çatışmaların üstünü örtecek biçimde) varsayımı söz konusudur. Kaldı ki bu ruhsal işlem anlık olarak bir katarsis etkisi de yaratacaktır şüphesiz. Ancak mecburen kısa erimli ve yüzeysel olacak olan o boşalma ve rahatlama kaçınılmaz olarak daha derindeki ve asıl muzdarip olduğumuz yabancılaşmalarımızın daha da pekişmesi pahasına gerçekleşecektir. Nitekim kolektif bilinçdışının imlediği şey, bir dizi kökensel imgenin daha baştan/verili bir biçimde anlamlandırdığı bir bilinçdışıdır. Bu, kendisi anlamlandırıcı bir yapı olarak bilinçli anlamları üreten psikanalitik bilinçdışı kavramından radikal olarak farklı bir bilinçdışıdır.
***
Politika, politik mücadelenin biçimleri ve failleri üzerine yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Dehşetengiz hareketi ve hızıyla hepimizi topyekün bir yokoluşa, yeni küresel felaketlere sürükleyen sermaye ve meta uygarlığı karşısında belki de en çok bugün, politik mücadeleyi “imdat frenini çekme eylemi”nin bütün anlamlarıyla yeniden tanımlamalıyız. Nefret/hınç/haset politikaları karşısında savrulduğumuz kimlik ve kültür politikalarının yerine, bu sefer hızlıca sınıf politikalarına (ya da demokratik ve özgürlükçü değerleri esas alan eski mücadele biçimlerine) terfi etmenin yeterli olacağını sanmaktan kurtulmalıyız belki de. “İmdat frenini çekecek” öznenin bizzat kendisini de politikanın konusu yapacağı, kendi eylemi ile kendi üzerine düşünmenin birliğini, eş zamanlılığını sağlayacak yeni biçimler ve sözler bulacağımız açık uçlu bir politik gündem belki de ihtiyacımız. Kadın hareketinin, sayısız çevreci hareketin, Gezi ve benzeri hareketlerin bu açılardan ufuk açıcı derslerine daha çok kulak vermeliyiz. Bakış açımızı azıcık genişlettiğimizde karşımıza çıkan bu varoluş/yokoluş mücadelesinin ne hazır kalıpları ve stratejileri ne de verili bir öznesi/aktörü olmadığını kabul ederek başlamalıyız belki de. O mücadeleyi ve direnişi anlamlı kılacak ve politika sahnesine dönmemizi sağlayacak olan şey, belki de onu kendi insanlık durumumuzdaki müthiş aşınma ve kayıpla bir arada düşünmektir.