"Ölülerimiz toplanacaktır"
(Turgut Uyar)
Cemal Süreya 1969’da yazdığı o muntazam yazılarından birinde, “İmgenin Köklerinde”, estetik tat vurgusundan hareketle şiirin dalga uzunluklarını tartışmaya açıyordu; T. S. Eliot’un “nesnel karşılık” fikrine de yaslanarak: Süreya’ya göre, estetik tat duyulabilir bir nesne ile -yapıtla- karşılaştığında kişinin kendinden tat alabilmesidir. Burada öncelik yapıttadır, şiir kendi duyulabilir özünü alıcılarına ulaştırabilmeli, dilin iç bölgeleriyle temas kurmaya hazır olmalıdır. Cemal Süreya şiirin kapsama alanını söylemselleştirirken kelimeler arasındaki bağlantı noktalarının ve bir noktadan diğerine şiirsel hareketin geçiş protokollerinin dökümünü yapar:
Şair tek insandaki dünyayı okura ulaştırmak için olay dizileriyle, öykülerle, konularla kendi açısının nesnel karşılığını yaratmak zorundadır. Bir kelime mi kullanıyoruz, bir görüntü mü kuruyoruz, dışa vurduğumuz bir coşkumuz mu var; o kelime, o görüntü, o coşku daha önce yazdığımız şiirlerin, başka şairlerin şiirlerinin, suya giden genç kızların, bir gazete manşetinin kelimelerinde, ortaokul tarih kitabının resim altlarında, bir siyasa adamının davranışlarında yankılanmalı, sonra da onlardan koparak ya da onların yanında bir ayrımcığı yüklenerek son konumunu almalıdır.[1]
Demek şiir hem içsel hem de dışsal kaynaklardan beslenen bir tazyikin basıncıyla olsa gerek genişleme; bükülerek, kıvrılarak, helezonlar çizerek de olsa her yere yayılma eğilimindedir, kendine has ayrımları da üstlenerek tabii. Suya giden genç kızlar, gazete manşetleri, siyasa insanlarının davranışları: kelimeler, imajlar yahut türlü his ve fikirlerle cisimleşen şiir kendi nesnel karşılığını yaratmak, alıcısında bir ruh hali oluşturmak ve çoğaltmak istiyorsa dalga uzunluklarını olabildiğince geniş tutmak zorunda. Cemal Süreya’nın bu saptamaları daha 1963’te kaleme aldığı “Şiirde İmajların Eşitliği” başlıklı yazısında öne sürdüğü düşüncelerle paraleldir aslında: “kelime kastları, ayrıcalıklı imaj toplulukları, kullanım değerleri yüksek temalar” devri kapanmıştır artık. Orhan Veli’nin devrimci müdahalesi ile başlayan, Süreya’nın da içinde yer aldığı kuşakla gerçek bir kopuşa dönüşen estetik-politik bir çizgide “sadece aşk, sadece yüce şeyler, güzel şeyler değildir şiir’in konusu. Her şey[dir]”.[2] Dili bir araç değil, bir ortam olarak değerlendiren Cemal Süreya nazarında imaj hiyerarşilerinin yıkıldığı, Marx’tan mülhem tabirle kullanım değeri yüksek temaların alaşağı edildiği bir düzlemde bundan böyle şiir her şeydir: şiirin her şey olması, onun her yerde olduğu anlamına da gelecektir tabii, şiirin nüfuz etme edimi aynı zamanda onun görünme edimini de çözüme kavuşturmuştur gibidir: Her şey olan şiir her yerdedir de...
***
1945’te Baba Mansur Ocağı’na bağlı bir ailenin ilk erkek çocuğu olarak Dersim’in Şöbek köyünde başlayan bir yaşam 1971’de İstanbul’da son bulur: İstanbul’un Maltepe ilçesinde, Mahir Çayan’la kuşatıldıkları evde elli bir saatlik bir kuşatmadan sonra körpe bedeninde seksen üç mermi yarasıyla Hüseyin Cevahir’in yaşamı... 1970’lerin başlarında, Ernst Blochcu manada, 1965’lerden itibaren kabarmaya başlayan devrimci ütopik arzu kan kaybediyordur. Hayat siyasal ve toplumsal çalkantılarla dalgalana dursun Cevahir’in cenazesi bir otobüsün üstünde İstanbul’dan Dersim’e doğru ağır ağır ve sarsıla sarsıla yol alır: Kayseri’de sessizlik bozulur, otobüs durdurulur, öfkeli bir grup tantana çıkarır, ölüye tahammülsüzlüğün, cenazeye saygısızlığın bu diyarlardaki tarihçesi eksidir; Ece Ayhan’ın dizesiyle “her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortakları” daha Maltepe’deyken onları canlı canlı bize verin diye bağırıp çağırmışlardı zaten, neticede linç toplaşması insanların sürüsüne bereket olduğu topraklar buralar; o hengâmede tabut devrilip düşer, tekrar yerine konur, yol uzundur, ölüm haberi cenazesinden önce ulaşmıştır köye, köydeyse korku ve sıkıntılı kaygılar hâkimdir, zira 1938 katliamının külleri hâlâ sıcaktır, darbenin yaydığı korkuya eski korkular da eklenir, bu çifte korkunun etkisiyle köy ahalisine göre metropol kalabalığında öldürülen bir devrimciden geriye hiçbir şey kalmamalıdır. Arzunun ikiz kardeşi olan korku hükümranlığını çoktan kurmuştur: hayatta kalmak her şeyden daha mühimdir. Cevahir’in oradaki yaşamı istemeye istemeye silinir. Korkunun bu anlaşılır tezahürleri hakkında Cevahir kitabının yazarı Hüseyin Solgun yaşananları bir tragedya olarak nitelendirir, uzunca bir alıntıyla:
Maltepe’de kuşatılan iki kişiden birinin Hüseyin Cevahir olduğu anlaşılınca köyde bir korku rüzgârı esmeye başlar. Korku, insanın asla kaçamayacağı bir duygudur; sadece yaşanan zamandan değil, gelecekten de geçmişten de beslenir. İnsan, cesaretini artırmak için nasıl geçmişin ölü kahramanlarını çağırırsa, korktuğu zaman da istemeden geçmişin hayaletlerini çağırır. Geçmiş şimdi’ye bir yılan gibi dolanır. Hüseyin Cevahir’in “hükümet”e isyan etmesi, köy büyüklerinin aklına hemen 33 yıl öncesini (1938’i) getirir. Acaba, bu yüzden, yine aynı şeyler mi yaşanacaktır?
Köyün yaşlıları, ileri gelenleri birbirleriyle hiç konuşmadan, belki de bir araya hiç gelmeden birbirlerinin gözlerinden ne dediklerini anlayarak tartışırlar. Yüce Korku acaba ne istiyor? Şu sonuca varırlar: Buraya geldiklerinde “onlar”, yani geçmişin hayatı silip süpüren ölüm makineleri, bizim “asi”den en ufak bir iz bile bulamamalıdırlar... En anlamsız çözümler, o anda en anlamlı çözümler olarak görünür. Cevahir’in kitapları vardır, notlarını aldığı, şiirlerini yazdığı defterler... Ailenin iki büyüğü korkuya adaklarını sunarlar: Hüseyin Cevahir’in sandıktaki emaneti, ölüsü köye gelmeden yakılır.[3]
İçinde şiirlerin, şiir eleştirilerinin, türlü kitaplardan alınmış notların, yazıların olduğu bir hazinenin, Cevahir’in sandığının yakılmasına isyan eden bir isim vardır ama, neyse ki: Cevahir’in sırdaşı, mektup arkadaşı, öğretmeni, eniştesi Fevzi Özkan bu duruma içerler, niye yaktınız kitapları, artık sahibi de yok diyerek hayıflanır. Ne var ki, olan olmuştur, Hüseyin Cevahir’in cenazesi birkaç insanın sırtında, sevenlerinin çığlıkları ve ağıtları eşliğinde toprağa verilmek üzeredir, ama tabutta ne bir bayrak ne de bir slogan vardır, Fevzi Özkan can havliyle, Cevahir’in bedeni toprağa verilmeden hemen önce, bir görevi yerine getirme duygusuyla o kupkuru tabuta Cevahir’in bir fotoğrafını yapıştırır; yaşamın kanıtı olarak hiç değilse bir fotoğraf olmalıdır; ve derken beklenmedik bir anda, Cemal Süreya’nın şiirin görünürlük sahası ile ilgili fikirlerini doğrular bir şekilde şiir de girer araya: fotoğrafın altına Cahit Sıtkı Tarancı’dan üç sade dize yazar Fevzi Özkan, Cevahir’le vedalaşmanın olmazsa olmaz bir ritüeli olarak:
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben bu yaşta ölecek adam değilim.
Tabut dolayımıyla dahi olsa Hüseyin Cevahir’in adının yanına usulca ilişen, acıyı ve kaybı göğüsleyen, Cevahir şahsında başka pek çok insanın da hikâyesini belki yeniden ifade eden üç billur dize... Daha eskilerde “güneşe akın”dan ötürü “vaktimiz yok düşenlerin matemini tutmaya” diyordu koca Nâzım, o da mümkün elbet, ama işte akış vahşice kesintiye uğramış, ölüm daha bir kuvvetle kapıları çalar olmuştur, “ben bu yaşta ölecek adam değilim” sözünde haklı bir itirazın yanı sıra, bozguna uğrayan, kaburgaları kırılan bir devrimin inceden inceye buruk ve hazin sesleri de duyuluyordur: solun henüz tohum halindeki melankolisi. Bununla birlikte, Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizelerinin Marksist bir Kürt devrimcinin, genç bir pîrin tabutunda yeniden yankılanması, başka içerikler edinmesi de var: şiir Cemal Süreya’nın işaret ettiği üzere yalnızca ortaokul tarih kitaplarının resim altı yazılarında değil, titrek bir el yazısıyla, bir devrimcinin tabutundaki mahzun fotoğrafının altında da görünüyordur artık...
***
Gilles Deleuze varoluşu bir sanat yapıtı olarak tahayyül etmenin mümkün olduğunu iddia ediyordu, hayranlık duyduğu Michel Foucault’nun hem yaşamına hem de çalışmalarına atıfla: “özne olarak değil, sanat yapıtı olarak varoluş ve bu son evre, sanatçı-düşüncedir.”[4] Varoluşun bir sanat eseri olarak değerlendirilmesi, özellikle özne problemine yöneltilmiş yıkıcı bir jest. Bu jestte tıpkı şiirde imaj hiyerarşilerinin yıkılması gibi sanat ve yaşam arasındaki sınırlar ortadan kalkar; her insanın hayatı türlü söylemsel odakların yanı sıra, kendi içinde sanata da tekabül eder, spesifik bir değeri, biçimi ve içeriği vardır, anlamlı ve kıymetlidir. Deleuze haklıysa ve varoluş sahiden bir sanat yapıtı ise şayet Hüseyin Cevahir’in yaşamı kesinlikle şiire daha yakın düşecek, hatta belki şiirin ta kendisi olan bir varoluş: sanatçı-düşüncenin sanatçı-aksiyonla kendini tahkim ettiği, iç içe geçip kaynaştığı, estetik duyuşun kendi politik duyuşunu aradığı bir şiir olarak Cevahir’in hayatı: asude bir haşmetin, çelebice bir suskunluğun, hüzünlü bir gülüşün, keskin bir zekânın, koşulsuz bir sevginin ve özgürlük isteğinin motiflerini ördüğü; düşle gerçeklik, fikir ve aksiyon, haz ve acı, demokrasi ve faşizm, mutluluk ve mutsuzluk, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki çatışmaların imge kadrolarını tayin ettiği, devrimci ütopik arzununsa güzergahını çizdiği bir şiir, bir tutam yaşam... Bu varoluşta estetik duyuşun atılımları gençlik düşlerini, erken bir ihtiyarlık hissi pahasına, bir ucundan diğerine kat ediyordur, Fevzi Özkan’a İstanbul’dan, daha 1966’da yazdığı bir mektuptan parçalar:
Eğer uykularım kaçıyorsa geceleri, düşümde mutluluklar görüyorsam tüm insanlar için, sonra bunların düş olduğunu anlayınca yanılgıdan ötürü mutsuzluk duyuyorsam söyle suçum ne benim. İnsanız biz, bir dilim ekmek için tüm çektiklerimiz anacığım (...) Eğer seviyorsam insanları bende bitmez tükenmez bir sevgi kaynağının oluşundadır.
Nasıl ki 1965-1973 arası dönemin şiiri genişleme eğilimde ise Hüseyin Cevahir özelinde tekil-politik bir varoluş da kendi mutluluk tasarımlarını olabilecek en geniş kümeye, “tüm insanlar”a doğru genişletiyordur, ve her ne kadar gerçeklik –yanılgı hisleriyle- gündüz düşlerini parçalayıp gerisin geri püskürtse de bitmez tükenmez bir sevgi kaynağı yeni ve daha yüksek bir yaşam isteğini diri tutuyor, sanatçı-aksiyonsa arzuyu ete kemiğe büründürüyordur; yenilgilerle, feci kayıplarla gelen o daralmaların belalı sancılarına rağmen...
***
Bir sanat eseri, bir şiir olarak Hüseyin Cevahir’in yaşamı... Bu narin ama muhkem şiiri yeniden okuyan Hüseyin Solgun kapsamlı ve emek-yoğun çalışmasında Cevahir’i parti programlarına, kaba saba tüzük tartışmalarına, politik strateji ve taktikler arasındaki sonu gelmez münakaşalara neredeyse hiç bulaştırmadan, elbette dönemin siyasal ve toplumsal olayları içinde ve tarihsel bağlamı ihmal etmeden, ama Cevahir’in insani yanlarını özellikle öne çıkararak bir yaşama ışık düşürüyor: talebelik yıllarında parasızlık çeken, doğduğu topraklara uzaktan bakan, bir yanda sefahat bir yanda sefaletle İstanbul çarpılması yaşayan, kaldığı yurt odasının duvarlarına Turgut Uyar’dan dizeler kazıyan, Fazıl Hüsnü Dağlarca şiiri hakkında parlak yazılar yazan, edebiyat ve politika üzerine efkârlanıp tefekkür eden, tuzlu fıstıkla bira içen, Edip Cansever yahut Metin Eloğlu gibi şairlerle yabancılaşma üzerine tartışmalar sürdüren, ve nihayet sanat ve eylem arasındaki gerilimde aksiyondan yana zar atıp sanatını aksiyonunda icra eden bir Cevahir portresi bu. Hisli bir çabası, fikirli bir derdi var Hüseyin Solgun’un: Sevdiği ama kavuşamadığı bir kadının sızısına dayanamayıp bağrına taş basarak İstanbul’dan Ankara’ya iltica eden, orada dostluk bağlarının bir hakikat aşkı ile perçinlendiği, Maltepe kıyımından sonra kapatıldığı zindanında “Ve Cevahir’imi kalbime gömer / dönerim hain hücreme” dizelerini düşen Mahir Çayan’la karşılaşan Hüseyin Cevahir adlı nazik, kısa ama yoğun bir şiirin doğumunu, etkilendiği kaynakları, derece derece serpilmesini yer yer bir belgesel yer yer bir politik-polisiye roman tadıyla okuyarak Cevahir’in duyulabilir özünü, kayıp sesini şimdiye ulaştırmaya çalışmak; kendi ağrısını çok berilerde tutan zarif bir bakışla...
***
Hüseyin Solgun’un geçmişten bir ismi, Cevahir imgesini çekip alıp şimdiye kabul ederkenki rikkati de hakkında kelam edilmeye değer bir muhtevaya sahip...
1 Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Toplu Yazılar I, İstanbul: YKY, 2015, s. 311.
2 Cemal Süreya, a.g.e., s. 282.
3 Hüseyin Solgun, Cevahir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020, s. 419-420.
4 Gilles Deleuze, Müzakereler, çev: İnci Uysal, İstanbul: Norgunk, 2013, s. 106.