Kadın Hareketi (Oedipus Karmaşası 57)
Erdoğan Özmen

Ben başkası dolayısıyla aynıyım, beni daima benden çekip almış olan başkası.

Maurice Blanchot, “Felaket Yazısı”

                                                                                            

Öteki ile ilişkim sayesinde ortaya çıkarım. Öteki/ötekiler ile ilişki içinde başlangıçtaki biyolojik organizmadan koparak, saf biyolojik varlığımı aşındırarak/geride bırakarak kendi kimliğimi/özdeşliğimi ve bedenimi oluştururum. Kendimi hiçbir zaman aynı yerde (bıraktığım yerde) bulamıyor (“özdeşlik” sürdürmek istediğim, sıkıca yapıştığım bir yanılsamadan ibarettir çünkü), ve mütemadiyen hem şimdinin geçmişi hem de geçmişin şimdiyi aynı zamanda belirlediği bir düzlemde beliriyor olsam da, böyledir bu. Demek insan bir yolculuk boyunca, edilgin varoluşunu aşarak kendini toplumun, dilin ve kültürün etkin bir öznesi yapma yolculuğu sayesinde ortaya çıkar. Hiç kapanmayan bir açık uçluluk daima oradadır insanın macerasında. Bu yüzdendir ki, insan ümitli bir varlıktır. Hiç beklenmedik zamanlarda en umulmadık dönüşümlerin ortaya çıkıvermesi bu yüzdendir. Biyolojik ve ölümlü varlığımıza, bir tür organizma oluş halimize yaptığı vurgularla öne çıkan ve son zamanlarda iyice yaygınlaşan psikolojilerin/kaba psikanaliz yorumlarının -bilhassa Jungçu psikolojinin- ıskaladığı şeydir bu: insanı biyolojik bedenine indirgeyen ve bir tür kazı yeri gibi tasavvur eden, kazdıkça “bilinçaltının” katmanlarına ulaşacağımız, dahası bedenlerimizde gömülü haldeki uzak atalarımızın travmalarına bile ulaşabileceğimiz, içimizdeki çocukla bütünleşeceğimiz telkinlerini tekrar edip duran o psikoloji anlayışlarından uzak durmalıyız demek ki. İnsanı kendi bedeni karşısında edilgin bir konuma rapteden, tüm değişim, altüst oluş ve travmatik olayın cereyan ettiği bedenin edilgin taşıyıcısı rolüne indirgeyen, bir tür beden fetişizmini körükleyen (beden gevşetme ve bakım teknikleri, bedeni dinleme usulleri, bedendeki gizli noktalar, bedenlerin açılması ve kapanması, beden politikaları vb.), demek dilin/kültürün/toplumun dışında konumlanmış bir insan tasavvuruna yaslanan bu psikolojik/ideolojik tavırdaki muhafazakarlıktan söz ediyorum. Çünkü bedenlerimiz de, Ötekinin emir ve yasaklamalarıyla tedricen inşa edilir. Ebeveynlerin istek, talep ve yasaklarına (şu halde dile) tabi olan ve o doğrultuda şekillenen erojen bölgelerin (demek birden çok merkezin) etrafında oluşan bir bedendir bizimkisi.   

***      

Daha önce de söz etmiştim. Başlangıçta etkin bir güç olarak tüm sahneyi kaplayan anne vardır. Bakım veren, besleyen, kucaklayan gücün cisimleşmiş hali, gerçek bir nesnenin (memenin) faili olarak anne. Bebeğin ağlamalarını (ihtiyacını) tam zamanında fark eden ve tam zamanında ortaya çıkan. Annenin bu varlık/yokluk döngüsünü başlangıçta çocuk yönetiyor gibidir: Lacancı (herhangi bir engellenmenin olmadığı) mitik döneme özgü, çocuk ihtiyaç duyduğunda daima ortaya çıkan ve doyduğunda geri çekilen annedir bu. Burada bile, verme ve geri çevirme ruhsatını elinde tutan etkin taraftır anne. Dahası bu var/yok sekansları belki de çocuğun simgesel düzenle karşılaşmasının, simgesel düzene adım atışının ilk alıştırmalarıdır. Ama, anne aynı zamanda cevap vermez, ihmal eder, yoksun bırakır. Böylece çocuğun çağrısı/feryadına yanıt olarak yerine getirdiği işlevden, yani kah mevcut kah namevcut (demek simgesel düzene kayıtlı) nesne olma halinden çıkar ve bu sefer gerçek ve  doğrudan bir güç makamı haline gelir. Bu ilk nesne kaybı deneyimi anksiyete ve depresyonun ilk nüvelerinin içimize yerleştiği momenttir aynı zamanda. Tüm bu dönemi, insanın bu “özne-öncesi” zamanını, bağımlı ve tabi oluş kipini, bu sabır ve tahammül evresini zamanla kat etmemiz gerekecektir. Karşımızdaki ilk zorluk, ilk görevdir bu: Anne karşısında/anneye karşı edilgin bir biçimde maruz kaldığımız ve katlandığımız şeyin etkin bir biçimde icrası aşamasına geçmek. “Kendimize yapılan şeyi kendimiz yapmaya çalışırız.” Edilginlikte çünkü, razı gelinemez bir şey vardır, katlanılamaz olan ve derin bir kayıp. İradenin silinmesi vardır. Etkinlik arayışında da, bir nesneye indirgenmeyi reddetme, kendi edimlerinin, söz ve bakışının öznesi olma, kendi iradesini tesis etme arzusu. Sahici bir imkanlar ve kısıtlılıklar dünyasına açılma, kendi mevcudiyetine/varoluşuna sahip çıkma, egemen olma arzusu. 

Maurice Blanchot şunları yazar:

“…oysa edilginlik belki de (belki de) insanın “insanlık dışı” kısmıdır, o insan ki iktidarı elinden alınmış, birlikten uzaklaştırılmış, belirecek ya da kendini gösterecek hiçbir şeye yer bırakamaz, kendi işaretini vermez ve dağılma ve başarısızlık yoluyla, onun hakkında ilan edilecek şeyin (bu, geçici olsa bile) hep altına düşer.”[1]

“Edilginlik. Çeşitli edilginlik durumlarını aklımıza getirebiliriz: mutsuzluk, toplama kampındaki nihai ezilme hali, yoksunluğa düşmüş efendisiz kölenin esareti, ölümlü oluşun farkında olmadan ölüp gitme. Tüm bu durumlarda, çarpık ve kestirme bir bilgiyle de olsa, kimi ortak özellikleri tanırız: anonim oluş, kendiliğin yitimi, her türden egemenliğin (üstlüğün) ama aynı zamanda astlığın yitimi, ikametin yitimi, yerden yoksun yanılgı, mevcudiyetin olanaksızlığı, dağılma (ayrılma).”[2]            

***        

Mutlak olarak bağımlı ve tabi olduğumuz ilk nesneden (anneden) ayrılmanın zorluk ve imkansızlığını ne kadar vurgulasak yeridir. Ama diğer yandan olgunlaşma/büyüme denen süreç de tam olarak budur. Hem o ayrılmayı gerçekleştirerek hem de eksikliği, kendi eksik varoluşunu bir özne olarak üstlenerek var olur, yola buradan koyuluruz.

“Küçük kızın annesinden gereksindiği/talep ettiği nedir” diye sorduktan sonra şöyle devam eder Freud:

“Kızın annesine ilişkin cinsel amaçları hem aktif hem de pasif olup çocuğun içinden geçtiği libidinal evreler tarafından belirlenir. Burada pasiflik aktiflik ilişkisi özellikle ilginçtir. Yalnızca cinsellik alanında değil zihinsel deneyimin her alanında bir çocuk pasif bir izlenim/etki (impression) aldığında aktif bir tepki üretme eğilimindedir. Kendisine yapılan şeyi kendisi yapmaya çalışır. Bu, dış dünyaya egemen olmak için  ona empoze edilen görevin bir parçasıdır ve rahatsız edici içeriği yüzünden kaçınmakta haklı olacağı bir izlenimi tekrarlama çabasına bile yöneltebilir. Çocukların oyunu da, aynı biçimde pasif bir deneyimi aktif bir davranış parçasıyla tamamlama ve böylece sanki onu iptal etme amacına hizmet etmek için yapılır/yaratılır…

Bir çocuğun annesiyle ilişkisinde ilk cinsel ve cinsel olarak renklenmiş deneyimler doğal olarak pasif niteliktedir. Anne tarafından emzirilir, beslenir, temizlenir ve giydirilir, ve tüm işlevlerini icra etmesi öğretilir. Libidosunun bir parçası bu deneyimlere yapışık kalmayı sürdürür ve onlara bağlı doyumlardan zevk alırken, diğer parça onları aktifliğe çevirmeye çabalar. İlk planda, emzirilmek yerini aktif emmeye bırakır. Diğer deneyimlere gelince, çocuk ya kendine yeterli hale gelerek -yani o güne kadar kendisi için yapılanı başarıyla gerçekleştirerek- ya da pasif deneyimlerini oyunda aktif bir biçimde tekrarlayarak kendini hoşnut eder, ya da annesini nesne yerine koyar ve ona karşı aktif özne olarak davranır.”[3] 


[1] M. Blanchot, Felaket Yazısı, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Monokl, 2014, s. 31.

[2] A.g.e, s. 33.

[3] Freud, SE XXI, s. 235-36.