Hüseyin Cevahir: Takımyıldızında Bir Uzak... (II)
Derviş Aydın Akkoç

Gençliğimin karını serpiyorum ocağa

(Melih Cevdet)

Walter Benjamin “Tarih Kavramı Üzerine” tezlerinde “geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine” sahip materyalist bir bakıştan söz ediyordu: “tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmek” üzere iş gören bir bakış bu. Benjamin’e özgü tarih kavrayışında geçmiş uçucu bir imgeler yığını olarak tasavvur edilir, tarihsel bakış da gözünü işte bu uçucu, her yana dağılmış, dahası egemen sınıflar tarafından tasnif edilmiş, adlandırılmış ya da adsız bırakılmış imgelere; bu imgelerin birbirleriyle ilişkilerine, bağlantı noktalarına diker. Benjamin nezdinde tehlike ânı özellikle sömürülenler, baskı altındaki varoluşlar için daimi bir niteliğe sahip; ve bundandır umut kıvılcımlarını yeniden alevlendirme arzusuna hususi bir endişe eşlik eder: ölülerin dahi yakasını kurtaramayacağı mutlak bir siliniş ihtimali yahut hakikatin hiçliğe gömülme, ebedmüddet dünya dışı, dil ötesi kalma olasılığı:

“Düşman kazanacak olursa ölüler bile payını alacak bundan. Ancak bu endişeyi duyan tarihçi, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahiptir. Ve düşman kazanmaya devam ediyor hâlâ.”1

Geçmişin imgelerini şimdide görünür kılmak isteyen, sağa sola saçılmış umut ve düş parçalarının üzerindeki tozları silken bir bakış, Benjamin’e göre, egemen sınıfların zaferini yeniden ve başka veçheleriyle sorgulamaya da açar, demek burada pasif bir hatırlama sürecine ya da nostalji nöbetlerine karşı bağışıklı bir tutum söz konusu: Benjamin’e bakılırsa çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi geçmişin unutuşa terk edilmiş, bastırılmış imgeleri de “tarihin ufkunda yükselen güneşe doğru uzanmak” üzere çaba harcıyorlardır.   

***

Hüseyin Solgun’un Cevahir kitabına yazdığı Önsöz, Murat Bjeduğ’un Hüseyin Cevahir hakkında dile getirdiği “istense de istenmese de unutulması imkânsızdır” sözünü bir soru cümlesine dönüştürerek açılır: “Hüseyin Cevahir’i ‘unutulmaz’ yapan neydi?”2 Kitabın ağırlık merkezini oluşturan iki uçlu çetin bir soru ama bu: iki uçludur zira unutulmaz yapan nedir sorusunun yanında yöresinde işleyen can sıkıcı potansiyel bir başka soru daha vardır, Bjeduğ’un sözünü de yörüngesine alıp tartışmaya açan: Genelde Hüseyin Cevahir’i, özelde Cevahir imgesi etrafında 1965-72 arası dönemin devrimci demokratik değerlerini, özgürlük arzularını ve umutlarını unutulur hale getiren, kolektif hafızanın dip köşelerine iten nedir? Nitekim devrimci ütopik arzunun kantarına vurulduğunda ortada ciddi bir kayıp, yastan öte derin bir melankoli, bir çekilme, hafızalardan silinme söz konusu. Solgun’un çalışması bağlamında hatırlama edimini tetikleyen parametre Cevahir’in unutulmazlığı değil, aksine –ne kadar hazin de olsa– onun büsbütün değilse bile büyük ölçüde unutulmuş olmasıdır, bu durumda esasında potansiyel negatif sorudur yeniden hatırlama işlemini gündeme getiren: nasıl ve neler olmuştur da bugünden bakıldığında neredeyse hiçbir şey yaşanmamış, pek çok şey unutulmuş, Kafka’nın esrarengiz lafıyla herhangi bir olay olmamış gibidir? Bu çapaklı negatif soru Walter Benjamin’in geçmişten bir imgeyi çekip alıp şimdinin zemininde tekrar tedavüle sokan, eskiyi yenileyen edasına da ilişir, hatta sataşır: egemen sınıfların zaferini sorgulamaya açan her bakış, her imge üretimi aynı zamanda ezilenlerin yenilgilerini, hazırlıksızlıklarını, yetersizliklerini de sorgulamaya açar, hiç değilse denkleme dahil eder. Adorno’nun tabiriyle geçmişe yönelik her altın çağ algısı şimdiye kaçınılmaz olarak bir felaket kategorisini de sızdırır...

***

Hüseyin Solgun yenilginin tarihsel eleştirisine, mağlupların zihinsel kodlarını değerlendirme işine pek girişmez, bir bilanço çıkarmaz, gelgelelim geçmişe yönelmiş rikkatli bakışında Cevahir şahsında dönemin devrimci kişiliklerine dair bağnaz bir hayranlık olmadığı gibi kör bir reddiye ya da küçümse de yoktur: zira haklı olarak kitabının tam anlamıyla “ne bir biyografi ne de tarih çalışması” olduğunu özellikle vurgular. Savunmacı bir hatta çekilmek değil bu, belki çok sonra yapılacak kimi biyografi yahut tarih çalışmalarına kendi kararınca bir katkıda bulunma isteği: nitekim sadece Cevahir değil, yığınla yaşam, yükselip alçalan tonla enerji, dünyayı değiştirme, başka türlü tahayyül etme arzusu zamanın kuytularında unutulmuş ve hâlâ hatırlanmayı bekler haldedir... Böylesi bir eşikte hatırlama edimi kendi sancılarına rağmen siyasal bir içerik edinir. Solgun’un çalışmasında, bu siyasal içerikte ölçüsüz bir romantizme olduğu kadar olguların soğukluğuna, gerçekliğin donukluğuna da mahal verilmez. Hüseyin Solgun kendine has sakin dilinde Cevahir imgesinin sıkıp suyunu çıkarmaz, meselesi üzerinde hak iddia etmediği gibi çoğun bir adım geride durarak, siyasi analiz yahut yorum iştahını dizginler, olanı olduğu gibi anlatma esprisinde işleyen bir tarafsızlık bahsi değil, bilakis net bir koordinatı olmasına rağmen kendi söylemsel sınırlarını muhafaza eder: bu etik konum alışta ajitatif bir sese değil, anlamaya, hissetmeye ve duymaya ayarlı daha zarif ve davetkâr bir sese yaslanır. Elbette Solgun’un çelebice denebilecek bu tutumunda sağlam bir iddia da var: kendi zamansallığının son derece farkında bir tavırla oluşturduğu Cevahir portesini şimdinin değil, bizatihi Hüseyin Cevahir’in yaşadığı zamanın değerleri içinde resmetmek; üstelik Cevahir’i oluşturan imgelerin önünde sonunda eksik kalacağını da daha baştan kabul ederek...

***

Bununla birlikte, Cevahir’den bugüne köprünün altından çok sular akmıştır; Benjaminci bir retorikle ifade etmek gerekirse suların kıyılara vurduğu kalıntılar arasında dolandığının bilincindedir Hüseyin Solgun. Tarihin ışıma anlarını solma anları içinde de yakalayan diyalektik bir perspektife yaslanarak sadece Cevahir’i unutulmaz yapan niteliklere değil, yeniden hatırlamaya vesile olan parametrelere de bu sayede erişilir zaten. Unutma ve hatırlama geriliminin odağında ise esaslı bir dinamiğe işaret edilir: Modern devrimci öznelerin, Marx’ın zorunluluklar dünyası addettiği gerçekliğe rağmen, bu gerçekliği gözeterek ama onu aşmaya da çalışarak aksiyonda bulunmaları; daha sarih bir ifadeyle fikir ve aksiyon arasındaki bir bölgede kımıldayan sınırları aşma tutkusu... Hüseyin Solgun, Cevahir’e odaklanarak geçmiş ve şimdi arasındaki ilişkilerde bir “güç ve moral kaynağı” olarak bu sınır aşma tutkusunun da panoramasını çıkarır:

Bir insanı unutulmaz yapan en önemli şey, zamanının dışına taşabilmesi, kendi zamanının dışında da yaşayabilmesidir. Bu da ancak ondan güç ve moral alınabilmesiyle mümkün olabilir. O, maratonu bırakmamış; yaşamı ve ölümüyle, kendi sonrasına da güç ve moral vermiştir. Nasıl ki bir şair, ancak geleceğe taşan şiirleriyle ölümsüz olabiliyorsa Hüseyin Cevahir’i de “unutulmaz” yapan mücadelesi, edebiyatı ve sonuna kadar gidebilme karakterine sahip olabilmesidir. “Unutulmaz” olmak; güç alabilmek için geçmişten bir imge arandığında akla gelebilmektedir. Hüseyin Cevahir (...) dayandığı ve güç aldığı geçmişin yerine gelecek kuşaklar için yeni bir ‘geçmiş’ olabilmeyi başarmıştır.3

Hüseyin Cevahir ve 1965-72 arası dönemin diğer kişilikleri özelinde geçmişten tevarüs edilen, bilhassa Cumhuriyet resepsiyonundan alınmış güç kaynaklarını, söylem tarzlarını ve reflekslerini geride bırakmaya çalışıp; demek bir zamansallıktan diğerine bir çırpıda sıçrayarak gelecek kuşaklar için yeni bir geçmiş olabilmeyi başarabilmek: hataları, muammaları, eksiklikleri, parıltıları, fazlalıkları, kabalık ve incelikleriyle... Kimi varoluşların “yeni bir geçmiş” olabilmesindeki gizemin çözülmesi bahsinde ise “gençlik” diyordu Ernst Bloch da:

Farklı olmanın, daha iyi olmanın, daha güzel olmanın sesi gür ve aşınmamıştır o yıllarda, yaşam ”gündüz” demektir, dünya “bizim yerimiz.” İyi gençlik, düşlerinin ve kitaplarının ezgilerini takip eder daima, onları bulmayı umar; kırda ve şehirde oradan oraya savrulup yolunu kaybetmesini bilir, ateşli, gözü kara; önünde uzanan özgürlüğü bekler. Bulunduğu yerden dışarısına hasrettir gençlik, küflenmiş veya küflü görünen dışsal zorunluluğun, aynı zamanda kendi hamlığının da ötesine bakmaktır. (...) Hele ki gençlik devrimci zamanlara denk geldiyse, yani çağ dönümüne, gayet iyi bilecektir ileriye dönük düşün değerini, neler vaat ettiğini.4

Yolunu kaybetmesini bilen bir öznenin kendi hamlığının da dünyanın zorunluluklarının da ötesine uzanan özgürlük düşleri... Ya da bir çağ dönümünün orta yerinde kendi hikâyesinin faili olmaya çalışan Cevahir’in kıpkırmızı kelimeleri: “benim insan eli değmemiş bir kaya olma özlemim, tutkum...” Ve her şey bir yana, galiba biraz da bu tutkudan ötürüdür bazı insanların tarihin kızgın ocağına, zamanın tandırına gençliklerinin karlarını serpmeleri; daima gündüz olarak kalmak için...


1 Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk (haz. Nurdan Gürbilek), İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s. 41.

2 Hüseyin Solgun, Cevahir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2020, s. 9.

3 Hüseyin Solgun, a.g.e., s. 14-15.

4 Ernst Bloch, Umut İlkesi, cilt I, çev: Tanıl Bora, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007, s. 152.