Anlaşılmak Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

 

“Estragon: Bir rüya gördüm.”

“Vladimir: Anlatma.”

(Beckett)

İnsanın en yoğun mutluluk anlarından biri, belki de, yargılanıp damgalanmadan anlaşılmış, duyulmuş, kabul edilmiş olduğunu hissetmesidir. Elbette çok nadir bir mutluluk ânıdır bu, hafızaya kazınan... Onca zahmeti ve külfetiyle, telaşesi ve sıkıntılarıyla yaşam böylesi tek bir sade anla da pekâlâ yeniden anlam kazanabilir, yoksul düşmüşse zenginleşebilir, daralmışsa açılıp genişleyebilir. İster ağır ağır bir yıkıma isterse bir yeniden doğuma yönlendirsin, bazı müstesna anlar her bireyin varoluşunda belirleyicidir: hüküm verilmeden, aşırı yoruma kaçılmadan, olduğu haliyle anlaşıldığını, görüldüğünü, fark edildiğini hissetme ânının emsalsiz tadı hele... Yeni bağlara gebedir bu türden süreçler: Kalıcılaşsın, çoğalsın istenir zira insanın dünyadaki kozmik yalnızlığına tesellidir. Gönüllü erotizmiyle de lezizdir tabii, kişi belki mahcup yahut utangaç ama isteyerek, zorlanmaksızın, güvenle bağrını açıyor, kendini ifade ediyordur karşısındakine, yerine göre şen şakrak yerine göre asude ve efkârlı: bu anların bir kez tadına varıldıktan sonra sürekli aranması, yeniden ve farklı biçimlerde deneyimlenmek istemesi de caba. Ne var ki, bu istisnai tecrübeden, bu garip hazdan sonrası da var: ânın geçişi, etkilerinin yatışması, ve aşina bir sessizlikte bir nabız gibi atan, benzer anlara yeniden kavuşma isteği, daha kuvvetli şekillerde hem de...

***

Her şey gibi anlar da geçer, geriye silik yahut parıltılı izler kalır. İzlerin şiddetince de insan durup dururken ya da bir vesileyle anımsar; geçmişle şimdi arasındaki çatlaklardan mutluluk anlarının kesik kopuk ışımaları süzülür, bu sızılı sıcak hatırlayışlar mevcut zamanın ve varoluşun soğukluğunu, öznenin halihazırdaki mutsuzluğunu insafsızca ifşa eder; ama çoğun kırılıp bükülerek şimdiye kavuşan bu ışımalar bir hasretin de fitilini ateşler: kayıp bir biçimi, yitip uzaklaşmış bir içeriği, bir sesi yahut kokuyu, bir dengeyi, bir vakitler demir atılmış bir yeri bulma hasreti; tazelenmiş bir yeniden başlama arzusuyla yıkanmış bir hasret; kum selleri misali akıp geçen zamanın hoyratlığına, ilişkilerin gelgeç muhtevasına rağmen... Gelgelelim bu hasret insanı vezir de eder rezil de: Hedefsiz, kaygılı, pusulasını şaşırmış, aceleci bir hasret insanın gözlerini kör edip basiretini bağlar. Anlaşılma mutluluğuna duyulan hususi hasretin özneyi ortalığa düşürmesi olasıdır: Şımarmak, sızlanmak, en küçük ayrıntıyı dahi köpürtüp abartmak, her hissi, düşünceyi ve duyguyu anlatılabilir bir önemle donatmak, derhal iletmeye çalışmak, bekleme erdemini unutmak, susma zarafetini rafa kaldırmak, hatta konuşma bahsinde açgözlü olmak işten bile değildir. Yönetilmesi müşkül bir riski, kişiyi çalçene kılacak, şikâyet varlığı haline getirecek bir tehlikeyi ihtiva eder bu durum: anlaşılma arzusunun özneyi söze, konuşmaya kışkırtıp sürekli açılıp kapanan bir ağza dönüştürmesi mümkün; üstelik katı anlatılara çivileyip, kırıldı kırılacak porselenden hikâyelere hapsederek...

***

Bununla birlikte, anlatma iştahının berisinde seğiren anlaşılma hazzı söz konusu olduğunda genellikle ölçü kaçırılır: ferahlamak, içindekileri dışarı akıtmak adına ihtiyatsızca ve hemen dökülmek, karmakarışık boşalmak, yerli yersiz anlatmak, boşluksuz, mutlak manada ve büsbütün duyulup anlaşılmak istemek; güzel bir erotizm imkânını pasaklı bir pornografiyle tüketip çarçur etmektir bu... Karşıdaki varlıklara –dostlara- özensiz davranılır, eziyet edilir aslında, zira anlatma eyleminin içerdiği şiddet sezilse bile ihmal edilir, karşılıklı sohbetten ziyade tek taraflı işleyen bir ticaret yasası hüküm sürer; aktarma işleminin yapıldığı failse hikâyeye maruz bırakılıyordur esasında; ve dahası bu anlatma ve anlaşılma oyununda başı sonu olmayan ve genellikle aynı çürük çarık sorunlardan, bitimsiz çile ve dertlerden dem vurmaksa adettendir...

***

Tam da bu fasılda, kişinin sevinçlerini çoğaltarak, üzüntülerini ise azaltarak dostlarına açması gerektiği üzerinde duruyordu Montaigne; o sakin, nüktedan ve zarif sesiyle... Ne var ki, epeyce zor bir tutum bu. Anlaşılma mutluluğu genellikle ruhsal bir hasarın, cismani bir incinmenin, kuşatıcı-ontolojik bir eksikliğin, yokluğun ve yoksunluğun, demek acıların yörüngesi etrafında döner: Anlaşılmaktan murat dertlerin konuşup kendini açması, kelimeler ve jestlerle çehre edinip dilde görünürlük kazanmasıdır. Montaigne dertlerin hiç anlatılmamasından, suskunluğa boğulmasından değil, bilakis azaltılarak, yüklerinin hafifletilerek ifade edilmesinden bahseder, yük atmak için de acının öfkeyle flörtünü askıya alıp hiddetten feragat etmesi gerekir; zorluk da buradadır zaten. İrili ufaklı tüm acılar baldan tatlıdır, hele de açığa vurulma imkânı edinmişlerse... Montaigne nazarında insan kendini acındırmayı seven de bir varlıktır; dertlerine aşıktır, sürekli sızlanır, uluorta yakınır, sulu sepken darılıp gücenir, mesnetli mesnetsiz şikâyet eder, hasılı daima özel bir ilgi talep eder:

Çocukça ve yakışıksız bir huyumuz vardır: Dertlerimizle dostlarımızı acındırmak, kendimize vah vah dedirtmek. Başımıza gelenleri büyütür, şişirir, karşımızdakini ağlatmak isteriz neredeyse. Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz, ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı gösterdiler mi darılır, kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz.1   

Öznenin başına gelen olayları, deneyimlediği ve ruhsal yaşamına nakışladığı üzüntülerini şişirerek aktarması, ya da aslında düpedüz hikâyesini çarpıtması: anlaşılma isteğinde yuvalanmış potansiyel bir sahtekârlık suçu acındırma isteğiyle ittifak halindedir burada. Montaigne’e bakılırsa bu türden insanlar sadece sevinçten değil, sağlıktan dahi nefret ediyorlardır, hastalığın ilgi çekmedeki, bakışları üzerine toplamadaki inceliklerini bertaraf ettiği için... Anlaşılma hazzının kafi gelmeyip karşıdaki kişilerin yanıp yakılmasını beklemedeki gaddarlıksa şakacı duygu tiranlarının dilencilikleri olsa gerek...


1 Montaigne, Denemeler, çev: Sabahattin Eyüpoğlu, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2017, s. 142.