“Annesinin bisikletli hali gözünün önünden gitmiyor. Ondan kaçarak Kavaklı Cadde’den yukarı, kendi arzusuna doğru pedal çeviriyor kadın. Ama gitmesini istemiyor. Kendine ait bir arzusunun olmasını istemiyor. Onun hep evde olmasını, kendi eve geldiğinde onun bekliyor olmasını istiyor. Ona karşı babasıyla her zaman birlik olmuyor: Tek istediği, babasına karşı onunla birlik olmak. Fakat şu durumda o da erkeklerin safında yer alıyor.”
J. M. Coetzee, Taşra Hayatından Manzaralar
Çocuğun kendi dürtüsel uyarımının mutlak olarak yatışması beklentisiyle ya da içindeki gerilim ve acıya tam bir yanıt bulunması umuduyla, eksiksiz bir tatmini teminat altına almak için anneyi tümüyle ve yalnızca kendisine istediğinden söz ediyorduk. Buradaki asıl zorluk ve açmaz (ya da imkânsızlık) dürtünün yapısıyla/tutarsızlığıyla ilgili bir şeydir. Çocuğun ihtiyacı denen şey, belli bir doluluğun ya da varlığın giderebileceği türden bir yokluk ya da eksiklik değildir çünkü. Öteki (anne) söz konusu ihtiyacı yorumlayıp harekete geçtikten sonra dahi ısrar eden ve ortadan kalkmayan bir boşluk/yarık daima kalacaktır. Çocuğun varoluşunun en temel muammasıdır bu. Anneye yapılan tüm çağrı/talepler bu muammaya bir yanıt sağlamaya yönelik değil midir zaten? Anne de çocuğu beslemek ve yatıştırmaktan başka şeyler yapmakta, bakışını başka yerlere çevirip durmaktadır: “Annenin dikkatini celbeden, ona seslenen, onun bakışını yönelttiği kimdir, neresidir?”
Demek söz konusu bu travmatik karşılaşmadan, bu ilk yoksunluk/engellenme (frustration) ânından önce, çocuğun çağrısını -zaman zaman- cevapsız bırakan, onu ihmal eden ve böylece -demek ihsan ve mahrum etme keyfiyetini haiz- tüm-güçlü (omnipotent) hale gelen bir anne vardır.
Nesne bundan böyle bir doyum nesnesi olarak iki farklı biçimde düşünülebilir: gerçek olarak, çocuğun biyolojik ihtiyaçlarını doyurur; ve simgesel olarak, hediyeler dağıtan ‘lütufkâr bir gücü simgeleştirir’. … Çocuğun ihtiyacının gerçek nesnesi, yalnızca çocuk bir nesne eksikliğiyle yüz yüze kaldıktan, nesnenin bağışlanmayabileceğini idrak ettikten sonra algılanabilir olur; demek özne-nesne ilişkisi açık bir biçimde eksiğin üretkenliği temelinde kurulur.[1]
Söz konusu kökensel yoksunluk/engellenme çocuk, anne ve anneyi çocuğun çağrısını cevaplamaktan alıkoyan, onu meşgul eden şey arasında üretken bir diyalektik tesis eder.
***
Lacan’a göre, çocuk bu evrede -söz konusu engellenmenin/yoksunluğun ortaya çıkmış olmasına rağmen- anne tarafından henüz olduğu haliyle, ne ise o olarak sevildiğine inanıyordur. Dürtünün yapısı gereği eksiksiz bir doyumun imkânsız oluşuyla ilgili bir engellenme/yoksunluk ortaya çıkmıştır, evet, fakat çocuğun iç dünyasında gerçekleşen şey; dürtüye ilişkin söz konusu bünyevi açmazı annenin başka yerden çağrılmış olmasına bağlayan bir fantezi üretimidir. Böylece bünyevi/yapısal bir açmaz, bir imkânsızlık inkâr edilmiş ve tesadüfi ve arızi bir duruma, bir rekabet meselesine dönüştürülmüş, indirgenmiş olur. Çocuksu cinsel teoridir bu. “Anne o şeyi benden başkasına verdiği/benden esirgediği içindir ki, ben tam bir tatmin ve huzurun uzağında, yoksunluk içindeyim.”
Çocuğun annenin arzusunun nesnesi olduğunu varsaydığı şeyle özdeşleşmesi işte bu zeminde gerçekleşir. Freudcu-Lacancı psikanalitik teorinin temel önermesidir bu: Çocuk kendisini annenin arzusunun nesnesi olarak var etmek, yerleştirmek için çabalar. Annenin eksiğine deva olacak, onun eksiğini tamamlayacak şey olmak ister. Anne (mOther) simgesel düzenin etkin bir parçası, yani arzulayan bir varlık olduğu ölçüde, arzunun ayrıcalıklı nesnesi olarak fallus -annenin fallusu- olmayı istemektir bu. Bu sürecin tamamı, Ötekinin arzusuyla ilişkili olarak ben kimim ve nerede duruyorum sorusuyla tetiklenir.
Söz konusu ayrıcalıklı nesneye Freud’un verdiği içeriğin biyolojik organ, gerçek penis olduğu biliniyor. Lacan ise penis ile fallus arasında bir ayrım yapar ve fallusu imgesel bir nesne olarak düşünür. Kastrasyonla bedenden ayrılabilir bir statüye sahip kısmi nesne olarak hayal edilen penis olarak fallus kavramını ileri sürer. Ama diğer yandan imgesel fallusun, gerçek karşılığı olan penisten yoksun olanlar (kadınlar) için daha önemli olduğunu vurgular. Annenin bakış açısından, çocuk kayıp imgesel fallus için bir ikameyi temsil etmektedir. Nitekim şöyle yazacaktır: “Eğer kadının çocukta bulduğu bir doyum varsa, bu, çocukta kendi fallus ihtiyacını -farklı derecelerde- yatıştıran bir şey bulduğu içindir.” Demek ki, annenin ve çocuğun bakış açıları (fantezi dünyaları) arasında bir örtüşmezlik söz konusudur: Çocuk olduğu şey için sevildiğine inanıyorken, anne onun aracılığıyla fallus arayışına bir karşılık bulmakta, o arayışı teskin etmektedir: “Bu, pre-ödipal ilişkinin anne için niçin üçlü, çocuk içinse ikili nitelikte olduğunu da açıklar (ancak söz konusu o ikilik çocuğun tanıyamadığı üçüncü bir unsura yaslanır).”[2]
Burada gözden kaçırılmaması gereken nokta şu belki de: Çocuğun, şimdi maruz kaldığı engellenme/yoksunluğu artık uzaklarda kalmış/kaybedilmiş bir bütünlük/birlik uyarınca, demek geri dönüşlü olarak ve yas içinde yorumlaması, anlamlı kılması söz konusudur. Zizek’in ifade ettiği gibi, “her anlam, bir tür anlam-dışı fantazmatik çerçeveye yaslanmak zorundadır” çünkü. Bir de, yine, giderek çocuğun zihnini daha çok meşgul eden bir şey ortaya çıkar, anne-Ötekinin arzusunun muammasına ilişkin bir tür farkındalık: “Ben onun (mOther, anne-Öteki) için kesin olarak yeterli olmadığıma, bakışını benden başka yönlere çevirip durduğuna, bir var bir yok olduğuna göre, onun fiilen istediği benim üstümde ve ötemde olan şey nedir?”
[1] L. Chiesa, Subjectivity and Otherness, MIT Press, 2007, s. 67.
[2] A.g.e., s. 206.