Bir süredir bu “antagonizma” kavramına kafayı takmış durumdayım ya, bununla konuyu artık kapatacağımı umuyorum.
Mao’nun “Çelişki Üstüne” oldukça uzun makalesi kavramın o zamana kadarki kullanımında birtakım önemli değişiklikler yaratmıştı ve bunlar genel olarak dogmatizmi yumuşatacak tesbitlerdi. Temel çelişki gene “emekle sermaye arasında” kabul ediliyordu ama somut tarihin akışı içinde başka sorunların bunun önüne geçebileceği, bunu perdeleyebileceği söylenmişti. Tabii o “öne geçen” sorunun da emekle sermaye arasındaki gerilimden kaynaklandığını hesaba katıyorduk. Mao kendi konumunu göz önüne alarak, büyük sıkıntılar yaşayan (o zamanlar “Üçüncü Dünya” diye andığımız) ülkelerin kendilerini sömüren emperyalistlerle yaşadığı çelişkilerin öne geçtiğini savunuyordu. Bu da kolay yanlışlanabilir bir tez değildi.
Çin Komünist rejimini kurduğunda aşağı yukarı otuz yıllık bir Sovyetler Birliği deneyimi olmuştu. Peki, 1917 Devrimi emekle sermaye arasındaki çelişkinin sonucu muydu? Buna “evet” demek de kolay değil. Dünya Savaşı etkeni olmadan 1917’yi hayal etmek zor. Gerçi savaştan önce 1905 gibi emek-sermaye çelişkisine daha kolay bağlanabilecek girişimler olmuştu ama bunların bir “devrim” boyutlarını kazanması kolay değildi. Savaş, işçileri ve sol aydınları köylülerle (askerlerle) bir araya getirdi. O zaman Çarlık başa çıkamayacağı bir güçle karşılaşmış oldu. Burada Bolşevikler’in oynadığı rol de unutulmamalı.
Bunlardan sonraki sosyalist-komünist devrimlerde de (Küba, Vietnam, Kamboçya) emek-sermaye çelişkisinden söz etmek güç. Durum buysa, dünyada emek-sermaye temel çelişkisinin ateşlediği bir devrim olmamış gibi görünüyor. Aslında bu Marx’ın olmasını beklediği ama olmayan, kapitalizmde ileri gitmiş toplumlarda olabilecek bir şeydi; yani olacaksa öyle toplumlarda olmalıydı. Ama olmadı. Olmadığı için sağcı yazarlar durmadan “İşte, Marx yanıldı!” teranesini tekrarladılar. Sanki Marx peygamberliğe özenmiş gibi. Ama tabii sosyalistler de bunun tedirginliğini duydular ve niçin böyle olduğunu açıklamak istediler. Bence en aklı başında açıklama Lenin’den geldi: “En zayıf halka”. Dünya Savaşı gibi olağandışı bir durum ortaya çıkınca, emperyalist devletlerin en geri kalmış, dolayısıyla en zayıf olanında Komünistler’in önderlik ettiği bir devrim olabildi. Bu açıklama, dünya savaşı olmasa gelişmelerin Marx’ın haberini verdiği Komünist Devrim’in kapitalizmini geliştirmiş ülkelerde olacağını ima ediyordu. Özellikle Almanya’da, savaş sonrasında, bu gibi umutları alevlendiren girişimler oldu ama bütün bu kargaşalık Nazizm’de karar kıldı.
Dünyada kimsenin “olacakları” önceden bilmesinin imkânı yoktur. Zaman zaman bazı tahminler doğru çıkar, ama bunlar kısmi şeylerdir. Ender oldukları için değer verir, hatırlarız. Ama “önümüzdeki yüz yılda şunlar olacak” diyen kimse yoktur (Nostradamus’a v.b. inananlar olduğunu söyleyebilir). Tahminde bulunan ve tahmini çıkmayan birinin “kusuru” da “bilimsel olmaması” değildir. Onun tahmin yürütürken hesaba kattığı etkenler arasında olmayan olaylar, etkenler, gelişmeler araya girmiş, durumu değiştirmiştir (tabii bunları bütün gelecek okumaları için söylemiyorum; Marx gibi, iddiasını bilime dayandırmaya çalışan düşünürler için söylüyorum). Marx, Sanayi Devrimi’nin çocuğuydu. Sanayi Devrimi de dünyada “hız” diye bildiğimiz şeyi olağanüstü “hızlandırdı”. Dünyada “değişim” hep vardı ama hiçbir zaman bu kadar hızlı olmamıştı.
Değişenler arasında yalnız sınıflararası ilişkiler değil, sınıfların kendileri de var. Marx’ın kendisinden “dünya devrimi” beklediği “proletarya” nerede, hiç varoldu mu? Lenin’den sonra işlere el koyan bir ahçı gördünüz mü?
Görmediniz. Ama o günden bugüne bu dinamiklere bağlı değişim süreci hızlanarak devam ediyor. Hele bugün, Trump’a ya da Boris Johnson’a ya da Le Pen’e oy veren işçi kitlelerini gözlemliyoruz. Bunlar özellikle çarpıcı ama hepsinin geçmişi de var. Benzerleri her zaman vardı.
Marx kendisi “üretim tarzı” ile “sosyoekonomik formasyon” ayrımı yapma gereğini duyar. Her toplum belirli bir tarihten gelir ve gelirken geçirdiği çeşitli üretim ilişkilerini belirli ölçülerde taşımaya devam eder. Yalnız bir üretim tarzının bütün ilişkilerine sahip olup da başka hiçbir üretim tarzının ilişkisini taşımayan bir toplum yoktur, çünkü üretim tarzı bir toplum değil, bir soyutlamadır. Yani hiçbir somut toplumda yalnız emek-sermaye çelişkisi gözlemlemek mümkün değildir.
Ama “emek” ve “sermaye” dediğimiz şeyler kendileri de değişkendir. 1860’larda, 1870’lerde Marx’ın gördüğü burjuvazi de, proletarya da ciddi değişimlere uğramıştır. Yeni teknolojik devrimlerin yeniden biçimlendirdiği dünyada 1848’in, 1870’in, 1917’nin olaylarının benzerlerini beklemenin bir anlamı yok. Kaldı ki, bunların üstünden geçen olayları da izledikten sonra, buna üzülmenin de gerekmediğini söyleyebiliriz. Sorunlar hep var ve olacak. Ama Herakleitos’un nehri gibi, aynı sorunlar olmayacak.
Bir süredir girdiğimiz dünyada “antagonizma” gibi bir kavramın da uzun boylu bir “yol gösterici” olduğunu sanmıyorum.