Bir Tuhaf Argüman: Kendisi Değil, Çevresi Kötü
Aybars Yanık

Gündeliğe fazlasıyla kayıtlı karikatürize bir muhabettir, hepimiz işitiriz: “Aslında iyi biri ama çevresi kötü.” Bu cümlenin iki göndermesi vardır: Birincisi, tercih edilmeyen ve eleştirilen somut bir durumdan bahse konu kişi değil, çevresindekiler sorumludur. Burada bir sorumluluk devri söz konusudur. İkincisi, -ki bu güncel politik meselelerde çok daha önemlidir- bıraksalar yapacak/edecek ama yapamıyordur; bir potansiyel söz konusudur. Vardır ama olmuyordur işte.

***

Pek çok yazara göre AKP bilhassa 2013 yılından sonra dümeni kırdı (2010’a, referanduma kadar götürenler de var). Yönüne yordamına dair farklı görüşler ileri sürülse de (popülizm, faşizm, otoriterleşme, totaliterizm) dümenin kırıldığına dair bir mutabakat var. Ama galiba AKP’nin dümeni kırdığı tespitinden çok, neden dümeni kırdığına dair soru, şu aşamada artık daha mühim. Bu soruyu sormadan, AKP’nin şimdisini, hatta Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni anlamaya çalışmak pek mümkün görünmüyor.

AKP’nin iktidarda kalmak dışında bir perspektifinin olmaması; belki buna bağlı olarak, rant dağıtımına (kredi değil) dayanan modelini devam ettirmesi ve bunun için de çok daha hızlı ve muhalefetsiz karar alması gerektiği, dolayısıyla daha merkezî ve çabuk karar alınabilen bir yapıya ihtiyaç duyması; uluslararası ilişkilerde eksenini kaydırması (ABD ve AB ekseni değil, Çin ve Rusya ekseni) nedeniyle demokrasi ayarlarını ve prosedürlerini Batılı normlara göre değil, keyfince yeniden tanımlayabilmesi; neo-Osmanlıcı ideoloji öncülüğünde bir toplum modelini kurmak için otoriter tedbirler alması gerektiği gibi muhtelif görüşler var; bunları sıralamak niyetinde değilim fakat son günlerde AKP’nin neden dümeni kırdığı sorusuna verilmiş yanıtlardan biri dikkat çekici.

Bu yanıt, genel hatları itibarıyla Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun 17 Ocak 2021’de Karar gazetesinin online televizyon platformu Karar TV’deki açıklamalarına dayanıyor. Bu görüşe göre Erdoğan kurduğu yeni rejimden sorumlu ve memnun olsa da, kendisi etrafında kümelenen birtakım çevrelerin etkisi ve kontrolü altında. Şöyle özetliyor Davutoğlu:

Türkiye’ye otoriter bir deli gömleği giydirmek isteyenler Erdoğan’ı kuşatmış durumda. Bundan sonraki ilk aşamada Erdoğan da tasfiye edilecek ve muhafazakarların bir daha başı dik dolaşamayacakları tarzda otoriter rejim kurulacak. Baskılarla seçimi kazansa bile etrafı öyle kuşatılmış olacak ki demokrasiden bahsedilemeyecek.

Yani Erdoğan, kazandığını sandığı bir siyasi oyunun içerisinde ve farkında olmasa da sürekli kaybediyor. Kuşatılmış durumda.[1]

AKP’nin eski milletvekillerinden Karar gazetesi yazarı Mehmet Ocaktan’a göre partiyi birileri “kör kuyuya” itmiş ve istikametini değiştirmiş: “Bugün AK Parti ‘vesayetçi’ ve ulusalcı istikamette dolu dizgin ilerlemeye devam ediyor.”[2] Alper Görmüş ise 28 Şubatçıların hep aynı rüyayı gördüklerini, heveslerinden hiç vazgeçmediklerini ama bir daha Erdoğan gibi liderlerin ortaya çıkabilmesini mümkün kılacak tatsız siyasi ortamı yaratmak istemedikleri için strateji değiştirdiklerini ve “muhafazakâr görünümlü bir lider desteği olmaksızın kafalarındaki Türkiye’yi kuramayacaklarını…” idrak ettiklerini öne sürüyor.[3] Bu “önce dostluk ve ittifak, sonra da tasfiye” planının ise ilk kez 2012 yılında filizlendiğini iddia ediyor.

Bu akıl yürütmeye göre, Erdoğan “iyi” değilse bile “çevresi”nin kötü olduğu çok açık. Dolayısıyla Erdoğan gazetecilere ve muhalif siyasetçilere tehditlerin alenileşmesinden, mahkemelerin toplumun önemli bir bölümünü mağdur eden kararlarından, muhalefetin neredeyse topyekûn kriminalize edilmesinden rahatsız olsa da, hatta belki de bu nedenle hukuk ve ekonomi alanında yakın zamanda açıklayacağı yeni reformlar vaat etse de, kurduğu ittifak kompozisyonu onu engelliyor ve esir ediyor, asla onaylamayacağı düşünülen hamleler yaparak onu köşeye sıkıştırıyor.

Bu akıl yürütmenin açıklayıcılığının sınırlılığı bir yana, epey açık siyasi gelişmeleri hasıraltı etmesi kabul edilebilir değil. Başka başlıklar eklenebilecek olsa da dört temel itiraz noktası sunabilirim. 

Birincisi, Erdoğan’ın böyle bir “çevrenin” tehdidini göremediği iddiası onun siyasi kabiliyetlerini epey hafife alıyor. Erdoğan gibi çok seçim kazanan, kazandıkça iktidarda kalma deneyimi edinen ve iyi kötü kendi sermaye sınıfını dahi yaratabilmiş birinin kendisini kuşatan bir tehdidi gör(e)mediğini ileri sürmek -bize gösterilmeyen- çok sağlam ve temeli olan kanıtlar dışında pek mümkün değil. Yok eğer bu tehditlerin farkındaysa, o zaman da onun elinin kolunun bağlı olduğu sonucunu çıkarmak gerekiyor. Son araştırmalara bakılırsa, AKP’den vazgeçse de Erdoğan’dan vazgeçmeyecek çok ciddi bir seçmen toplamı var. Kaldı ki bir siyasi liderin aldığı destek, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, daha önce olmadığı kadar önemli. Erdoğan bir tehdit olduğunu fark etse (üstelik desteği hâlâ ciddi oranlarla ifade edilirken), bu “vesayetçi” tehditleri daha önce olduğu gibi halka giderek ve şikâyet ederek dillendirmez ve çözemez mi? Üstelik önceki yıllardan somut örnekler vermek de mümkünken… 27 Nisan 2007’de Yaşar Büyükanıt’ın e-muhtırasından sonra seçime gidip kazanması; 2008’deki kapatma davasından iki sene sonra yargıdaki vesayeti ortadan kaldırmak gerekçesiyle referanduma gidip “vesayet odaklarının” üstesinden gelmesi örnek gösterilebilir. Seçimlerden önce gerek miting meydanlarında gerekse de basına verdiği demeçlerde kendilerini engelleyen “vesayetçi” güçlerden şikâyet etmesi çok tercih ettiği bir strateji değil miydi? Burada elbette şunu eklemek gerekir: 2007-2013 yılları arasındaki toplumsal durum ve şartlar epey değişti; AKP’nin kendisini çevrelediği iddia edilen güçlere karşı fabrika ayarlarında olan hikâyeye (örneğin vesayet karşıtı politik anlatıya) başvurmasının koşulları eskisine oranla pek yok ve 2013 öncesine benzer bir halka şikâyet/başvurma ilkesini işletebilmesi şimdi çok daha zor. Yeni bir hikâye gerekiyor. Ama bu, büsbütün imkânsız da değil.

İkincisi, Erdoğan’ın etrafını saran çevrelerden kimi anlamalıyız? Eski Ergenekon mensuplarını mı, 28 Şubatçıları mı, Avrasyacıları mı, devletin derinlerinde kümelenmiş birtakım grupları mı? Bu tanımlamaların açıklayıcılıktan çok gizleyici işlevleri var. Bu gruplar güçlerini nereden alıyorlar da rejimin en yetkin/yetkili ismini köşeye sıkıştırabiliyorlar? Kaldı ki 15 Temmuz gibi bir darbe girişimi yaşanmış ve hezimete uğramışken, bu tip yapılanmaların icraatlarının başarılı olma şansı veya Erdoğan karşıtı kamudan güçlü bir destek görme şansı var mı?

Burada Etyen Mahçupyan’ın muhalefete ve iktidara dair önemli tespitler içeren yazısına[4] dayanarak bir altbaşlık açmak gerekebilir. Mahçupyan’a göre Erdoğan’a gelen “’Devlet’ teklifi”nin görmezden gelinemeyecek bir cazibesi var.[5] “Parlamenter sistemde tek başına iktidarı garanti olan Erdoğan, yine de kendisini desteğe muhtaç kılacak olan cumhurbaşkanlığı sistemini” işte bu nedenle kabul ediyor. Dümeni kırmasının nedeni “siyasetin ötesine geçme fırsatı veren bir teklif…” Mahçupyan’ın bu açıklaması, siyaset üstü bir doğal meşruiyet tipine işaret ederek mevcut rejimin iktidar konfigürasyonunu anlamak açısından kritik bir öneri olsa da devlet-hükümet ayrımını verili kabul ediyor ve Erdoğan’ın dışında ve onu bir şeylere mecbur edebilecek partiler-üstü/siyaset-üstü bir iktidar odağının varlığına işaret ediyor. Bu gizemli etiketlerle anılan grupların siyaseten işlevinin açıklanmaması, belirginleştirilmemesi, dolayısıyla tanımlanmaması iktidarın nerede biriktiğini ve nasıl işlediğini perdeliyor, siyasi tartışmayı Saray içi ve çevresindeki entrikalara kilitliyor.

Üçüncüsü Erdoğan defalarca aksini açıklamasına rağmen ve bunu ispatlayacak adımlar atmasına rağmen (bürokrasideki atamalar, siyasi dilinde milliyetçi tonun yoğunlaşması, kendini meşrulaştırma tarzındaki değişimler) Cumhur İttifakı’na gönüllü değil de rehinse ve rotasını kendi tercihi nedeniyle değil de bu rehin pozisyonundan ötürü değiştirdiyse, dolayısıyla ittifaka mecbursa, neden ittifakı dağıtıp veya bu ittifaka hiç girmeden çok daha güçlü destek görebileceği alternatiflere kapıyı en baştan kapattı? Sözgelimi şu meşhur “fabrika ayarlarına” dönseydi, reform paketleri açıklasaydı, gazetecilere yazarlara hoşgörü gösterip her muhalif çıkışı terör ile denk tutmasaydı desteği mi azalacaktı? Başka türlü sorarsak, Erdoğan demokrasiden umduğunu bulamadığı, demokrasi yoluna girdiğinde partisinin ve kendisinin iktidar kalmasını sağlayacak yeterli desteği alamadığı için mi ittifaka mecbur olacak bir rejim değişikliğini hayata geçirmiş oldu?[6]

Cumhur İttifakı bir mecburiyet değil, bile isteye tutulmuş bir yol; ideolojik motivasyonu, sınıfsal uzlaşısı/ittifakı, rejimin yapısı üzerindeki tercihleri belirgin. Kendi içerisinde uyuşmazlıkları, çelişkileri ve çekişmeleri olması ittifakın AKP’nin ve Erdoğan aleyhine yapılandığını kanıtlamaz. Kaldı ki herhangi bir ittifaka çelişkisiz bir bütünlük atfedilmesi, mevcut ittifakın tarihsel ve bağlamsal durumunu kavramayı güçleştiriyor. 15 Temmuz’un sadece sonrası değil, öncesi de anlaşılmadan ittifakı açıklamanın iradi tercihlere değil, zorunluluğa vurgu yapması “normal”, haliyle bu tür yorumların ittifakı basitçe bir muhtaçlık/zorunluluk ilişkisine indirgemesi şaşırtıcı değil.

Son olarak, dördüncüsü, bu akıl yürütmenin örtülü de olsa ima ettiği bir siyasi duruma işaret etmek gerekiyor. Buna göre hâlâ AKP’nin içerisinde yer alan, AKP’nin fabrika ayarlarına dönmesi gerektiğini düşünen, Cumhur İttifakı’ndan rahatsızlık duyan, duymasa bile birtakım iktisadi ve siyasi tercihleri desteklemeyen ama Erdoğan ile yol arkadaşlığını da Davutoğlu, Babacan ve Gül gibi sonlandırmayan bir grup var. Bu grup Erdoğan’ı bir türlü girdiği yanlış yoldan döndüremiyor ve davaya sonradan katılmış “devşirmeler”den rahatsızlık duyuyor. Olası bir kriz ânında kendileri Erdoğan ve partinin arkasında duracakken, davaya sonradan katılanların saniyesinde ortadan kaybolacağını, yeni kurulacak ve muhafazakârlara nefes bile aldırmayıp 28 Şubat günlerini aratacak rejimde yerini alacaklarını düşünüyorlar.

Bilhassa iktisadi krizin tencereye, faturalara ve market raflarına yansımasından, kamu kaynaklarının bir elin parmaklarını geçmeyen şirkete pay edilmesinden, Davutoğlu, Babacan ve Gül gibi siyasi liderlerin ve onları takip edenlerin partiden uzaklaşmasından/uzaklaştırılmasından sonra, hâlâ bu ittifakın içerisinde Erdoğan’ın ve partinin gidişatından son derece rahatsız olan ama buna rağmen gönülsüz de olsa ittifakın siyasi tercihlerine katlanan ciddi bir grubun olması ihtimali nedir? Yani eski dostluk hukukuna dayanılıp parti içerisinde Erdoğan’ı saptığı yoldan döndürebilmek için çağrı yapılabilecek birileri var mı? Bu soruların hepsine büyük bir iyimserlikle evet yanıtı verilebilir ama evet yanıtının verilemediği bir durumda “bakın Erdoğan’ın çevresini kuşattılar” ikazının muhatabının kim olduğu sorusu öne çıkar.

Hem Erdoğan hem de artık Erdoğan’ın liderliği dışında bir kabiliyeti kalmamış AKP, hiçbir şeyi başarmadıysa bile, bütün bir demokrasi gündemini, kendi varlığına karşı tehdit olarak belirlediği “çevrelere” karşı anti-vesayetçi mücadeleye kilitleyebildi ve uzunca bir süre vesayetçi yapılara karşı mücadeleden ve bu mücadelenin verilmesinin tek yolu olarak belirlediği seçimlerden başka bir demokrasi gündemine izin vermedi. Demokrasi perspektifinin tanımlayıcı özellikleri bunlardı.[7]

Erdoğan’ı, Erdoğan’a rağmen zora sokacak, krize sürükleyecek ciddi bir “çevre” olsaydı, henüz ne olduğu açıklanmayan ama müjdesi verilen hukuk ve ekonomi reformundan önce, bu reformun gerekçesini, “öteki”sini ve kimlere (hangi “çevre”ye) rağmen yapıldığını çoktan biliyor olurduk. Oysa şu an hükümete yakın yazarlar bile önceki gün yazdıklarının ertesi gün geçersizleştiğine şahit oluyorlar çünkü ittifakın yapısına dair orada da bir kafa karışıklığı hakim sanki.


[1] “Bu yolun sonu iyi değil”, Karar, 18 Ocak 2021, https://www.karar.com/bu-yolun-sonu-iyi-degil-1601875

[2] “AK Parti’yi bu ‘kör kuyu’ya kim itti?”, Karar, 18 Ocak, 2021, https://www.karar.com/yazarlar/mehmet-ocaktan/ak-partiyi-bu-kor-kuyuya-kim-itti-1588296

[3] Buna Davutoğlu da işaret ediyor: “Muhafazakâr bir lider desteği olmaksızın istenen Türkiye’nin kurulamayacağı’ ne zaman görüldü?”, Serbestiyet, 18 Ocak 2021, https://serbestiyet.com/featured/muhafazakar-bir-lider-destegi-olmaksizin-istenen-turkiyenin-kurulamayacagi-ne-zaman-goruldu-50073/

[4] Etyen Mahçupyan, “Ya yozlaşma ‘yerli ve milli’ ise?”, Serbestiyet, 26 Ocak 2021, https://serbestiyet.com/featured/ya-yozlasma-yerli-ve-milli-ise-50745/

[5] Mahçupyan’a göre mevcut sistemi öneren Bahçeli olsa da, aslında teklif büyük harfli Devlet’ten geliyor.

[6] Kabul etmek gerekir ki bu soruya Erdoğan’ın demokrasiden anladığının demokratikleşme olmadığı, demokrasiyi en başından beri iktidar olma ve iktidar kalma aracı olarak kabul edilebilir gördüğü yanıtı verilebilir.

[7] Anti-vesayetçilik meselesi ve AKP’nin demokrasiyle ilişkisi üzerine daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Menderes Çınar, Vesayetçi Demokrasiden "Milli" Demokrasiye, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015.