Dalgınlık Üzerine
Derviş Aydın Akkoç

İnsan bazen neyin iyi neyin kötü olduğuna kanaat getiremez, uçlar arasında salınır, yalpalar. Yalpalarken inançla inançsızlık, mutlulukla mutsuzluk arasındaki farkları seçemez olur: akıl alır başını gider, tutkular kötürümleşmiş, duyguların façası dağılmış, zihninse morali bozuktur sanki; kalıcı bir edaya dönüşecek, varoluşa hanesini kuracaksa vahimdir belki bu dalgınlık halleri... Hakikat için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir diyordu Adorno: insan bu ikisine de asla sahip olamaz, onların içinde olur. Dalgın kişi bir kıyıya, hatta sınırın öte taraflarına itilmiş, dışarıya sürülmüş, sürüklenmiş gibidir. Kalabalıklar ortasında şaşkın, isimler ve eşyalar arasında ürkek, hafıza atakları karşısında savunmasız, aşina bildiklerinin yanında birdenbire uzak ve yabancı, elini kolunu nereye koyacağını, bakışlarını ne yana çevireceğini pek bilemeden, kırılgan ve mahcup, uzun yoğun susarak yaşamak; kimseden pek bir şey beklemeden üstelik... Dışarıdan bakıldığında kudreti tükenmiş, kanı canı çekilmiş, insanın kendi varoluşuna ilave edeceği hiçbir şeyi kalmamış, omuzlarına yaşamın akşamı erkenden ve ağır ağır çökmüş gibidir; ama yalnızca dışarıdan bakıldığında...

***

Her düş, özünde bir düş olmasından, demek henüz vuku bulmamış olmasından ötürü gerçeklik karşısında bir utancı, bir mahcubiyeti, potansiyel bir yarayı taşır gövdesinde. Dalgınlık düşlerin çökelmesi, fikirlerin yavaş yavaş ve sessizce dağılması, arzuların yoğunluğunu kaybetmesidir belki, ama bir zırh, hassas bir kabuk gibi bir şeyleri muhafaza ediyor, bir işleyişe karşı çıkıyor da olabilir. Kapitalist dünyanın kaidelerini, modern hayatın ritmini, zorunlu çalışma lanetini kısa bir süreliğine de olsa askıya alma arzusu olarak dalgınlık: Dış dünyanın içerideki tazyiklerini yatıştırma, artık fetiş haline gelmiş hız ve sürat edimlerine kafa tutma, adı konmamış, siyaseti tahayyül edilmemiş bir yavaşlama arzusu kıpırdıyor olabilir kimi dalgınlıklarda. Hal böyleyken, utancı yahut hakir görülmesi bir yana, niçin pek sevilmez, batan gemilere benzetilerek alaya alınır, hatta yadırganır dalgınlıklar: çoğun olumsuz duyguları ve fikirleri, kötü deneyimlerin tortularını çağırdığı sanısından ötürü mü, ya da daima açık ve bir makine gibi işlekse madalya takılan bir bilincin karıncalanmasından, devre dışı kalmasından mı? Ya da kişinin o an orada olmamasından, bir anlığına da olsa gerçeklikten kopmasından, uzaklaşmasından mı? Hatları tam belirginleşmemiş bir şeyi yahut bir yeri, bir olayı –tetikleyici bir vesileyle- parça bölük de olsa hatırlatmasından; şimdide olanı, mevcut dünyayı istemsizce, hatta mecburen unutturmasından mı?

***

Dalgınlık belki de bilincin bir şimşek çakımı kilitlenmesi, müphem bir kuvvet tarafından yutulması, dilin kesilmesi, bilinçdışının uykuda değil de gözler açıkken, uyanıkken musluğunun açılmasıdır... Her şeyin olduğu gibi dalgınlığın da bir dili olmalı, insana bir şeyler anlatan yahut gösteren, onunla konuşan, konuşmak isteyen bir dil... Öznenin deneyim kalıntılarının, çökeltilerinin içinde unutulmuş parıltılara, sessiz kalmış bir isteğin fısıltılarına, ya da bir imkâna çağrıldığı, gün ortasında bilinçdışının sularına çekildiği, şiddetine göre girdabına gömüldüğü bir rüya olarak dalgınlık ya da: kesik kopuk izlenimlerin, ses parçalarının, toz toprak altında kalmış arzu kırıntılarının, hayal meyal anımsanan düşlerin sonsuz girdabında bir yönelim, bir arayış, tarifsiz bir kayboluş... 

***

Ses değil, genellikle sessizlik hâkimdir dalgınlıklara. Türlü imkânların ve imkânsızlıkların nabzı atar o sessizliklerde... Sessizlikten sese, belirsizlikten muayyen olana yöneliş kaçınılmazdır ama; her defasında sulardan çıkılır, uykulardan uyanılır, kıyılara geri dönülür: ve bir sezgi, bir duyuş, bir ürperti, bir istek usul usul ve ıslak bir şekilde kendi fikriyle buluşmak üzere kımıldar yukarılara, bilincin toprağına doğru; kendinden kopan özne birdenbire, zihnini silkeleyerek döner kendi yamacına, az önce çizgileri soluklaşan, bağırtıları kesilen yaşam da yeniden duyurur kendini, olanca açıklığı, hoyratlığı ve maddiliğiyle...

***

Asude, kimseyi incitmeyen, şekilsiz bir itirazı, kelimelerini tam bulamamış bir protestosu var gibidir dalgınlığın; hele de dalgınlıkla gelen o anlık kayboluşların: zoraki dikkatler dağılır, odak bulanıklaşır, mekân çözülür, zaman hükmünü yitirir, eşyayı takip sona erer ve özne kaçıp uzaklaşır bulunduğu yerden, onu bir sarmaşık gibi saran ilişkilerden, isteklerden, görüntülerden; sığınır bir yerlere, ya da sığınmak ister, aranır, dolanır, sığınır mı sığınmaz mı bilinmez, ama nereye? Edip Cansever’in “Günlerden” şiirindeki dizelerinde sallantılı bir zemin olarak o puslu, el yordamıyla dokunulan, hissedilen yerler nasıl da ustaca deşilir:

“Evet evet

Doğrusu bilmiyorum

Dalıp dalıp gidiyorum böyle

Dalıp gidiyorum ve dalgınlığımda bir kent

Bir duvar, bir de sen, duruşunda güz özellikleri

Dostlar, bütün dostlar içeride

 

Bir kent mi, bir yüz mü, binlerce yüz mü, bir kent mi

Beyaz mı, daha mı beyaz, o kadar çok mu beyaz

Bütün bunları kendime bir adres gibi sorup

Hüznüme, kalbime, soğuğuma

Gelecekten arta kalan bir mutluyum.”

Dalgınlığın nedenleri bilinmiyordur, belki de hiçbir zaman bilinemeyecektir, özne hazırlıksız yakalanıyordur apansız gelen dalgınlık hücumlarına, ama nedenlerden ziyade dalma ediminin kendisi, bu ters akıştaki dereceler ve tefekkürü kışkırtan sorular çok daha önemlidir: “Beyaz mı, daha mı beyaz, o kadar çok mu beyaz.” Tüm bu sorular cevapsız kalacaktır, zira olası cevaplar hareketi dondurmak, sıkıntılı da olsa akışı sabitlemek üzere negatif işlevlerle yüklüdürler; kaldı ki, soruların çoğaltılması cevaplardan daha hayatidir... Silikleşmiş yüzler, solmuş renkler, unutulmuş isimler birbirlerine karışmış; görüntüler hafızanın koridorlarında dolaşık, seslerse kısık kesik haldedirler, ama bilinç karınca adımlarıyla da olsa uyku ile uyanıklık arasında bir yerleri yokluyordur, ısrarla: bir duvar, bir kent, bir de sen… Öznenin cevapsız soruları onun mutlak bir kayboluşla yitip gitmesini de önlüyordur tabii: “bütün bunları kendime bir adres gibi sorup.” Adreslerin çoğu yanlış da olsa, biri doğru olmalı, zira özne kendi adresine, kendi varoluşuna, kendi mutluluk ve mutsuzluk ayrımlarına doğru yanıla yanıla, belki şaşkın ve sersem hareket ediyordur; kavuşmaktan ya da kavuşmamaktan öte belirleyici olansa devinimin sürekliliğidir... Ve müthiş zarif bir hamleyle dalgınlık sürecinde içinde kaybolunan geçmişten geleceğe doğru zamansal bir sıçrayış ve şimdiye geri dönüş, sakin ve doğurgan bir kabullenişle: “gelecekten arta kalan bir mutluyum.” Hüzne bulanmış bir kalıntı, soğuk bir atık, çelimsiz bir fazlalık ya da görünmez bir eksiklik de olsa, soyunarak deneyimin kurumuş yapraklarından; öznenin mutluluğa sahip olmak, onu ele geçirmek, mülkleştirmek üzere değil, korkusuzca ve adlı adında içinde olmak, dışı buz tutsa da içi alev alev yanan sımsıcak bir cevher olarak kendi kalbine, kendi hakikatine varmak ve yaşamak üzere yeniden yerleşmesi… Yerleşmesi ve yeniden ve daha güzel yitirmesi; varoluşu daha anlamlı ve değerli kılmak adına: “kapıların hiç bitmeyen açılıp kapanması” ne de olsa…