Yeryüzünde kapitalizmin kurulması sürecinin lokomotifi İngiltere’dir (Bu cümlede “Britanya” değil de “İngiltere” demenin bir sakıncası yok). Dolayısıyla bunun ne menem bir sistem olduğunu anlamak için, belirli bir gelişmenin ne gibi başka değişimlere yol açabildiğini görmek için (ve başka çeşitli nedenlerle) İngiltere modeline bakmak sık yapılan, normal bir iştir. Gelgelelim, “ilk” olmak, İngiltere’de kurulan kapitalizmin kendine özgü bazı özelliklere sahip olmasına da yol açmıştır.
Örneğin İngiltere kapitalizmi kurarken “işçi sınıfı” dediğimiz, daha önce görülmemiş sınıfı da yarattı. Ama sınıfı yaratırken, “Al, bu da senin kültürün” diye cebine bir “kültür” koymadı, çünkü o tarihte kendisi de bunu yaratacak araçlara sahip değildi. Böyle olunca İngiltere’de işçi sınıfı kendi kültürünü kendi yaratmaya devam etti. Ondokuzuncu yüzyıl koşullarında işçi sınıfının “yazılı” bir kültür yaratması güçtü. “Sözlü” (ve neredeyse kural olarak müzikli) bir kültür oluştu. Bu sayede, iş sınıfın kendisine kalınca ortaya nasıl bir şey çıkardığını görmek mümkün oldu. Öfkeli şarkılar çoktu. Bunların arasında maden işçilerinin yakasını bırakmayan ve çok sayıda insanın ölümüne yol açan kazalar, grizu patlamaları v.b. üstüne söylenmiş ağıtlar bayağı yekûn tutar ve öfke doludurlar. Ama genel olarak baktığımızda mizah ögesine yer veren şarkılar daha çoktur.
Kömür tozuna bulanıp kapkara kesilmiş işçi yolda bir patrona rastlar. Patron bu kara adamı bir şeye benzetemez ve “Sen neyin nesisin?” diye sorar. “Cehennemden geliyorum” der işçi. “Oradan nasıl çıkıp gelebilirsin?” diye sorar patron. “Patronları almaya başladılar, yer açılsın diye bizi atıyorlar” diye cevap verir işçi. Sonunda patron cehennemlik olmamak için işçilerine iyi davranmaya karar verir. Bu, tabii, uzlaşmacı bir çözüm!
İngiliz folklorunda Ewan McCall ve A.L. Lloyd ve Amerika’da Pete Seeger böyle birçok şarkı derledi ve söylediler. Ama bu anlamda üretken işçi sınıflarına sık rastlanmaz. Kapitalizmin kurulması gecikmiş, bu çerçevede plak sanayileri gelişmiş, radyo dünyayı tutmuştur. Herkes gibi işçilere de kültürü yaratmak değil, birilerinin ürettiği kültürü satın almak kalmıştır.
İngiltere’de kapitalizm zorlu koşullarda doğdu. İnsanlar topraktan kovuldular, tarımla ilişkileri kesildi. Kitleler halinde yollara düştüler, işsiz güçsüz büyük kentlere sığınmaya çalıştılar. Ya da yeni kurulmakta olan sanayici kentlere yığıldılar. Hayatları birdenbire ve çok radikal bir biçimde değişmişti. Kurulmakta olan yeni düzende ürettikleri mal kadar değerleri yoktu.
Dolayısıyla İngiliz işçi sınıfı “müesses nizam”dan nefret etmeyi öğrendi — ilk “hayat bilgisi” olarak. Din de müesses nizamın bir parçasıydı. İşçiler dini de hayatlarını karartan etkenler arasına koydular. Nitekim bir zaman sonra John Wesley adında bir adam bu durumu çok tehlikeli bulduğu için “Methodism” adını verdiği yeni bir “tarikat” kurdu ve bununla işçileri yeniden “dindar” insanlar haline getirmeye çalıştı (çok başarılı olamadı). İngiliz işçi sınıfı bu anti-klerikalist tavrını bugünlere kadar sürdürmüştür. Bu da büyük ölçüde İngiliz işçi sınıfına özgü bir durumdur. Başka ülkelerde kapitalizm başka biçimler içinde kurulduğu için işçi sınıfı da böyle bir yol izlememiştir.
Bu çerçevede Türkiye’ye bakalım. Burada kapitalizmin kuruluşu çok daha sınırlı ve yavaş olmuş. Zaten kendi başına ele alınmaktan çok, “batılılaşma”nın bir parçası olarak görülmüştür. Batılılaşma olduğu kadar işçilerin ve bayağı kalabalık olan yoksulların (kırsal/tarımsal bir nüfus) rağbet gösterdiği bir ideoloji ve bir pratik miydi?
Doğrusu, pek değildi. Daha çok zararını görmüş olan vardı. Ama zaten böyle konularda derinlemesine düşünce üretecek bir kültürel hazneleri olmamıştı. Batılılaşma, kapitalizm, bütün bunlar toplumun kendisinin ürettiği şeyler değil, dışarıdan gelip hayatın alışılmış akışını değiştiren şeylerdi. Yani, daha baştan, “yabancı” şeylerdi. Bu koşullarda, halk, geleneksel düşünce biçimlerini değiştirmek yolunda bir baskı yaşamadı. Yeni bir ideolojiye geçme çabasında önemli ve belirleyici bir yeri olan eğitim aygıtı bu yoksulluk koşullarında etkili olmuyordu, aksıyordu, eksikti. Onun için bu toplumsal kesimler düşünsel konularda o zamana kadar güvendikleri ve saygı duydukları kişilere “ideolojik otorite” olarak bakmaya ve yer vermeye devam ettiler. Tek-parti döneminin zorlamaları karşısında hâlâ devam eden (AKP’nin en önemli yardımcısı) bir öfke duyan yoksul kesim, “öğretmen”i de bu iktidarın bir yardımcısı olarak görüyordu.
Böyle bir biçimlenme içinde koşullar yoksul kesimin genel olarak “daha muhafazakâr” sayılacak bir tavır almasını getirdi. AKP iktidarında bu tavrın devam ettiğini görüyoruz. Ülkenin “daha batılı” diye niteleyeceğimiz siyasi partileri teker teker halkın güvenini kaybetti. AP ya da ANAP gibi muhafazakârlığı hoş tutmaya dikkat eden sağ partiler bile yön gösterici olma niteliklerini koruyamadılar. “Parti” gibi görece anonim yapılardan çok bireylere yakınlık duyan ve güvenen halk Demirel ve Özal gibi önderlerin ölümünden sonra onların partilerinden de vazgeçti. Böylece önce Refah, o iktidardan düşürülüp kapatılınca AKP halkın birinci tercihi haline geldi. Bu teveccüh de, epey yara bere almasına rağmen, büsbütün yok olmuş değil.
Bu koşullar (daha önceki deneyimlerde de olduğu gibi) popülizmi AKP gibi bir parti için zorunlu siyaset yapma yöntemi haline getiriyor. AKP’yi tutan Anadolu sermayesi olsun, ülkenin her yerinde çoğunluk oluşturan düşük eğitimli yoksul kesimler olsun, bizim kendi geleneğimizde fazlaca yeri olmayan “demokrasi” ile yakından tanışmıyor. Öteden beri “seçkinlere” güvenmemiş bir toplum bu. Sonuç olarak, Tayyip Erdoğan gibi bir siyaset adamının demokrasiyi yerden yere vuran davranışları, bu kesimleri uzun boylu tedirgin etmiyor. İktidarın uyguladığı zulmün kendilerine yönelik olmadığını düşünüyorlar. Onun için de bu gibi sorunlara ses çıkarmıyorlar. “Ses çıkarmak” eğitimli kesime, öteki söyleyişe göre “seçkinler”e düşüyor. Böylece popülizmin çelişkileri yeniden üretiliyor.
Toplum kendisine şöyle yapmasını, böyle yapmasını söyleyen, tavsiye eden ya da emreden birtakım akıl hocalarını dinlemedi; bildiğini okudu. Ancak AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın iktidarı, şöyle yapmamayı, böyle yapmamayı gösteriyor, öğretiyor. Bu sürecin daha ne kadar devam edeceğini bilemem ama Erdoğan’ı bu “negatif” açıdan çok öğretici buluyorum. Ona ve kadrolarına bakarak ne yapmamak, nasıl yapmamak gerekiyor, epey sağlam dersler olarak anlaşılacak — fazla zaman kalmadı.