Bir arkadaşım var, benden epey genç. Sevgilisinden ayrılmış, epeyce de hırpalanmış, üzülmüş. Dedi ki, “senin zamanında yoktu bunlar tabii…” Anlamadım ne dediğini. Anlattı, şimdikiler çok feciymiş, narsisistlermiş ve insanın içini kurutup kendinden şüphe eder hale getiriyorlarmış. Düşündüm, hak verdim. Erkeklik de değişiyor tabii, biçim değiştiriyor, yeni formlar alıyor…
Goethe “Seçilmiş Yakınlıklar”da bütün erkeklerin narsisist olduklarını söyler gerçi, erkeğin “bütün dünyayı kendi aynası haline” getirdiğini. Ama bunu nasıl yapar?
Modernleşme maceramızı bir baba-kız hikâyesi olarak anlamaya çalışırken, narsisizmin Pygmalion kipi üzerine epey düşünmüştüm. (https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/255254) Dünyayı aynaya dönüştürmenin bir yolu, onu kendi arzuna uygun biçimde düzenlemektir. Pygmalion’un yaptığı, arzu nesnesini yaratmaktı. Varlığını başka bir varlıkta çoğaltmak. Bağlanmaya, sevmeye değer bir “şey” yaratmak. Erkekliğin kendini “yapma” ile, “yaratma” ile ortaya koyması, üzerinde durulmaya değer. Tabii o “şey” hikâyenin kahramanı haline geldiğinde, işin rengi değişiyor (aslında hikâyenin gerçek kahramanı başından beri bir kadındı, biliyorsunuz: Afrodit!)
Erkekliğin farklı formlarını kuramsallaştıran, Raewyn Connell’di (Erkeklikler, 2019, çev. Nagihan Konukçu, Phoenix Yayınları). Gramsci’nin kültürel hegemonya analizine dayanan hegemonik erkeklik kavramı, erkeklerin toplumdaki egemen konumlarını meşrulaştıran pratiklere ve normlara işaret ediyordu. Nasıl Kadın adlandırması farklı kadınlık pratiklerinin üstünü örtüyor ve cinsiyetçi kadınlık idealini bir gerçeklikmiş gibi sunuyorsa, Erkek de farklı erkeklik pratiklerini “kadınsı”laştırarak, kadınların ezilmesini meşrulaştırarak, belirli bir erkeklik idealini empoze ediyordu. Kadın ve erkek “rol”lerinden bahseden sosyolojik yaklaşımlar, bu rollerin tamamlayıcılığını ima ederek cinsiyet farkını doğallaştırıyordu. Üstelik cinsiyetler arasındaki güç eşitsizliğini görmeye ve cinsiyetlerdeki değişimin “dışarıdaki” sebeplerinden (mesela teknolojideki, ekonomideki, kentleşmedeki değişimler) başka, içsel değişim dinamiklerini fark etmeye uygun değillerdi. Bir şeye daha uygun değillerdi: farklı kadınlıkları ve erkeklikleri anlamaya. Kadınlık ve erkeklik normlarına uygun olmayan (yani Kadın ve Erkek tarifine uymayan) kadınlıklar ve erkeklikleri “sapma” olarak mı adlandıracaktık? (ki rol kuramının cinsiyet yönelimi konusundaki çözümü tam olarak buydu). Bu soruya verilen farklı cevaplar da var biliyorsunuz, kesişimsel feminizmin cevabı gibi. Bir insanın sadece cinsiyeti yok, sınıfı, ırkı, cinsel yönelimi,… de var, işte bütün bunların kesişmesinin oluşturduğu kesişimsel cinsiyetler var diyor onlar. Sanki toplumsal cinsiyet kavramının “doğal” devamı gibi (ama değil!). Bana Connell’in cevabı, bütün belirsizliklerine, eksiklerine, aksamalarına rağmen, daha kullanışlı görünüyor. Farklı kadınlıkların ve erkekliklerin sebebini cinsiyet rejiminin kendi içinde aramak daha zorlu bir yol ama birtakım gerçeklik alanlarının kimliklerde cisimleşip kesiştiklerini iddia etmekten daha ikna edici cevaplar bulmamızı sağlayabilir. Şöyle de söyleyebiliriz, farklı gerçeklik alanlarında olup biten şeyler, oralardaki iktidar teknikleri, kimliklerden çok ilişkisellikleri, ilişki düzenlemelerini (“tertibatları”) ortaya çıkarırlar, böyle işlerler. Cinsiyet rejimi, cinsiyet/cinsellik tertibatlarının alanıdır ve kendi dinamikleri vardır. Bu dinamikler elbette her bir alanda olup biten şeylerden, oralardaki değişimlerden apayrı değildir ama bunları kendi diline tercüme eder, yorumlar, adlandırır.
Hegemonik erkekliğin “ideal tip” olmanın ötesinde, bir tür “tarihsel blok” olduğu fikri (Demetrakis Demetriu, “Connell's Concept of Hegemonic Masculinity: A Critique, Theory and Society, Haz., 2001, C. 30, No. 3, 337-361) mesela, bu yolda ilerlemeye çalışırken elimizden tutabilir. Ortada hegemonik bir erkeklik var da bütün öteki formlar onun egemenliği altındaymış gibi düşünmek yerine, bunlar arasında bitmeyen bir çatışma-pazarlık-etkilenme ilişkisi var, diyen fikir. Böylece diyelim Jeff Bezos türü adamların dünyayı egemenlikleri altına aldıkları zamanda erkeklik normunun nasıl olup Eminem gibi birini de kapsayabildiğini sormak mümkün hale gelir. Kesişmeyle değil, etkiyle ilgili bir şeydir bu. Ve tabii erkeklik dayanışmasının bir tür suç ortaklığının ötesinde, kurucu bir ilişki biçimi olmasıyla. (Şu “erkeklik krizi” denen naneyi böyle bir çerçevede düşününce, yarattığı heykel elinden kaçıp olur olmaz işler yapan zavallı Pygmalion’un çilesinden fazlası olduğunu sezebiliriz!)
Benim gençliğimde, arkadaşımın sevgilisi gibi ruh emiciler vardı tabii ama erkeklerin çoğunun tarzı bu değildi. Arzu nesnesini yaratma ideali (ve iddiası) hâlâ güçlüydü. “Takıldığın yer olursa sor” tarzı erkeklik! Dünyayı kendi aynasına dönüştürme arzusunun imkânı vardı diyelim. Bu imkân, bir gelecek duygusuna bağlıydı. Gelecek ihtimallerinin ve bu ihtimallerin bizim yapıp ettiklerimizle ilişkili olduğu duygusuna. Dünyayı kurma kapasitesinin.
Wendy Brown diyor ki, “Neoliberalizmin siyasal ve toplumsalı şiddetle reddetmesi ile yüceltmeden uzaklaştırılmış, incinmiş beyaz erkekliğin bileşimi, dizginlenmemiş bir özgürlük yaratır; bu özgürlük sık sık dinsel doğruculuk ya da hayali geçmişe yönelik muhafazakâr nostalji kılığına girse de etik yoksunluğun semptomudur.” (Neoliberalizmin Harabelerinde, 2021, çev. Bülent Doğan, Metis Yayınları, 188) Arkadaşımın “senin zamanında yoktu” dediği şeyin tam olarak bununla ilişkili bir durum olduğunu düşünüyorum. Etik yoksunluk. Hegemonik erkekliğin yapmayla, kurmayla biçimlenmesi, bu yapıp etmeyi saran bir ethosu zorunlu kılar. Belirli bir karakteri, bir mahiyeti. İsterseniz buna bir öznelik kipi diyelim. İradenin ortaya konulmasının formu. Bu form tam bir olumsuzlama, reddetme ve hınçla belirlendiğinde ne olur? Hınç başka bir şeye, bir güç istencine dönüşebilir mi? Yoksa kendisi olarak mı kalır? Bir gelecek duygusunun, kurma iradesinin, ethosun yokluğunda, erkeklikten geriye ne kalır?
Zeynep Ergun’un bıraktığı yerden devam edelim bir sonraki yazıda, babalardan: “Zaten babalar da tüm erkekler gibi hiç durmadan yitiriliyorlar, hüzün ve korkularının yükü altında çökmüş, kendi kendilerine yitiyorlar. Erkeğin yittiği yerdeyiz.” (Erkeğin Yittiği Yer, 2. Basım 2020, Notos Kitap)