Geçenlerde İngiliz (Britanya) işçi sınıfının “anti-klerikal” geleneğinden söz etmiştim. Devamını getirmeye niyetim vardı ama araya başka konular, sorunlar girdi, getiremedim. Bugün buna devam edeyim, diyorum.
Batı’da kapitalist düzen yayılır, yerleşirken işçi sınıfı da aşağı yukarı yoktan varoldu. Zadegân, topraklarını otlağa çevirip köylülerini kovdu. Binlerce kişi, nereye gideceklerini bilmeden yollara düştü. Kuzey İngiltere’nin sanayi kentlerini (Manchester gibi) bu insanlar kurdu diyebiliriz. Birmingham gibi varolan görece küçük kentlere doluşanlar oldu. Hiçbir yere ilişemeyip helak olup gidenleri de hiç az değildi. Sefaletle, acılarla dolu bir süreçti. Kendilerini bu koşullarda bulan insanlar başlarına geleni düşününce topraklarından kovan aristokratları, onları fabrikalarına çağırıp iliklerini sömüren burjuva sanayicileri (ve grizudan öldüren maden sahiplerini) gözlerinin önünden geçirdiler ve onları hiç unutmadılar. Bağışlamadılar da. Bütün bu işlere rıza gösterip işçiler için dua eden rahipleri de bu bağlam içinde hatırladılar ve zaten o nedenle “anti-klerikal” dediğim tavrı geliştirdiler. Hayat değişmişti. Yalnız köyünden kovulup kendini işçi olarak bulanların değil, herkesin hayatı değişmişti. Eskiden posta arabasıyla gidilen yere şimdi trenle gidiliyordu. Demirden gemi yapılıyordu. Ama bunlar çok yabancı şeyler olsa da yapanlar yabancı değildi. Bildik İngiliz zenginleriydi bunları yapanlar. Hayatı değiştiren onlardı. Dolayısıyla orada ve Batı Avrupa’da yeni kurulan hayatın iki kutbunu insanlar “doğa” ve “teknoloji” olarak tanıdılar. İnsanoğlu alışık olduğu şeyin doğa olduğuna inanır (oysa insan insan olalı “doğal” değil, “kültürel” bir varlıktı). Şimdi doğa, yani alışık olunan hayat, bütün kurumlarıyla değişiyor, hatta hızla yok oluyordu. Bunu yapan da “teknoloji”ydi.
Avrupa’da kurulan kapitalizmin başka ülkelere de yayılması kaçınılmazdı. Ama yayılırken, geldiği yerin yerel koşullarına uyması, onlara göre değişim geçirmesi de bir o kadar kaçınılmazdı. Zaten böyle oldu. Kapitalizm, her gittiği yerde, orada bulduğu üretim ilişkileriyle eklemlendi. İdeolojiler bu yeni eklemlenme temeli üzerinden yeniden biçimlendi.
Kapitalizm değindiğim bu toplumların içinden doğmamış, dışarıdan gelmişti. Ülke içinde bunu “getirenler” vardı. Onlar zaten bu toplumun insanlarından farklı varlıklardı. Dilleri, adetleri, davranışları pek benzemezdi. Yani getirdikleri nesneler kadar yabancıydılar. Ama yeni bir nesneler dünyası içinde yeni bir hayat tarzı kaçınılmaz olarak oluşuyordu. Batılılaşma denilen bu süreçten memnun olanlar da vardı, olmayanlar da. Ama olan-olmayan, Batı’da olduğu gibi kolayca ayrılabilir, seçilebilir bir sınıf ayrımına oturmuyordu. Varlıklılar arasında bu gidişten hiç hoşnut olmayanlar vardı. Din adamlarına bakınca, bunların büyük çoğunluğu bu “yeniliklerden” rahatsızdı. Yani, bir “anti-klerikal” ideolojinin şekillenmesini gerektirecek bir şey yoktu. Tersine, halden anlayan, dertten anlayanlar, genellikle onlardı. Köylülüğün ezici çoğunluk olduğu ülkede, köyün “ağası” da köyün yoksulundan pek farklı denecek bir hayat yaşamıyordu. Tamam, daha varlıklıydı, ama bu kadar varlık farkı olmasına itiraz etmeyen bir manevi dünyada yaşıyordu bu insanlar.
Yani, kısacası, burada (temelinde kapitalizm yatan) bu yeni varoluş tarzını “Doğa/Teknoloji Kutuplaşması” diye adlandırmanın bir anlamı yoktu. Zaten böyle bir şey akla gelmezdi. Evet, herkesin hayatında yeni yeni nesneler yer etmeye başlamıştı. Gitgide çoğalıyorlardı da. Ama bunlar “dışarıdan” gelen şeylerdi. “Yerli” değil, “yabancı” olan şeylerdi. “Yeni/eski” diye adlandırmak da mümkündü ama eski dediğimizi eskiten biz kendimiz değildik. Orada, o yad ellerde icat olunuyor, bu sefer öylesi bize ulaşıyordu.
Bize ulaşanlardan şikâyetimiz yoktu. Gramofon geldi, aldık. Radyo çıktı, onu da aldık. Gramofonu sandık odasına kaldırdık. Televizyon gelince bayıldık. Video dediler de “Ben istemem” dedik mi? Bunların hepsini ve daha neler neleri hep aldık, kullandık, kullanıyoruz.
Ama bunları icat edenleri ve bizim buralara geldikleri zaman herkesten önce edinenleri pek sevmedik. Bu karmaşık bir olay. Ama, sözgelişi bir zamanlar “imparatorluk” olup sonra bunu kaybetmek (şimdi bu icatları yapanlara), birçok alanda bu dünya ile yarışamamak gibi etkenlerin önemli bir payı olduğu açık. “İçimizdeki İrlandalılar” sözkonusu olduğunda onlara nefretimiz daha yoğun — sayılarını iyice azaltana kadar “azınlıklar” karşısında tavrımız da böyleydi.
Toplum epey bir dönüşüm yaşasa da böyle atavistik zihni tortular uzun ömürlü oluyor. Onun için Tayyip Erdoğan “yerli ve milli” edebiyatı yaptığı zaman büsbütün duvarlarla konuşmuyor. Bunun alıcısı hâlâ var.
Olması da normal. Yalnız Türkiye’de değil, benzer süreçlerden geçmiş bütün toplumlarda buna paralel duygular, davranışlar görürsünüz.
Gelgelelim, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın bu yakınlara kadar Türkiye toplumundan (seçmeninden) gördüğü rağbet ve teveccühün ciddi bir “şeriat özlemi”nden geldiği kanısında değilim. Bir toplumda iktidar dediğimiz yapılanmada bir değişiklik olmuşsa “iktidar bloku” dediğimiz bileşimde bir şeyler değişmiş demektir. “Milli Görüş” adını alan çizgi varolduğu yılların tamamında kendini topun ağzında hissetti. Öyle hissetmişken, şimdi iktidar koltuğuna sıkı sıkı yapışmış görünüyor. Bu, ne gibi bir değişimin sonucu olabilir? “Anadolu sermayesi” dediğimiz kesimin güçlenerek “iktidar bloku” içine girmesinin bu sorunun cevabı olduğunu düşünüyorum. “Blok” içine yeni bir kategori girmesi, çok zaman, orada bulunan bir sınıf ya da tabakanın oradan uzaklaşmasının işareti de olabilir. Böyle bir durum var mı? Var herhalde. Kim? Bürokrasinin bazı kesimleri olabilir. “Tamamı” demek bence zor, çünkü bürokrasinin bu toplumun tarihinde çok özel bir yeri var.
Ancak, AKP’nin 2002’de seçim kazanarak iktidar olmasında “Anadolu sermayesi”nin ya da “taşra orta burjuvazisi”nin etkili olduğu herhalde doğru bir saptama; ama iktidara geldikten sonra AKP bu tabanı genişletti. Bunu varolan sermaye üstüne koruyucu kanatlarını açarak yaptı, ulusal gelirden artan bir oranın kasalarına akmasını sağlayarak yaptı, ama başka şeyler de yaptı: AKP iktidara gelinceye kadar o kesim içinde de olmayan, ama belirli bir enerji gösteren daha altta kalmış bir kesimin önüne kazanç kapılarını açtı. Tayyip Erdoğan, belki belediyeden gelen bir deneyimle her şeyden önce “inşaat” biliyor, “inşaat” anlıyor. Bu kesim de çeşitli ihaleler alarak iyice gürbüzleşti ve tabii AKP’nin en militan savunucusu oldu. Yeni “iktidar bloku” içinde şimdi bunlar da var.
Bunlar, AKP tabanında, “şeriat ideolojisi”nden çok daha etkili eğilimler.