Nasıl adlandırırsak adlandıralım oldukça yaygın ve karmaşık bir mesele bu: Baba özlemi, baba ihtiyacı, baba arayışı, baba nostaljisi, baba işlevi. Edebiyatın, sinemanın, psikolojinin, popüler kültürün, toplumsal ve politik analizlerin başlıca temalarından birisi. Otoriter ve popülist liderlerden söz açıldığında örneğin, “baba” konusu bir biçimde konuşmaya/yazıya dahil oluveriyor. Muhafazakar/sağcı akım ve söylemlerin “aile” vurgusunda karşımıza çıkan da aynı şey: Oradaki “kutsal aile” tablosu, çerçevesini babanın saptadığı, baba otoritesinin yüceltildiği ve mutlak sayıldığı, çocukların ve annenin tümüyle ona tabi ve bağımlı sayıldığı bir sahne çünkü. Tüm yozlaşmalara karşı bir koruma kalkanı olarak öne sürülen şey bildik ataerkil düzenden/yapıdan başkası değil.
Günümüzün nefret/hınç/haset politikalarının gerisinde işleyen de kısmen aynı dinamik değil mi: Haksızlığa uğradığını, hakkı olandan mahrum edildiğini, belli başlı güvencelerini ve ayrıcalıklarını kaybettiğini düşünen toplulukların şaşkınlık, korku, hayal kırıklığı ve dışlanmışlık duyguları eşliğinde müesses nizama, elitlere karşı yönelttiği kızgınlık ve öfkelerinin manipüle edilmesine yaslanan o politikalar büyük ölçüde güçlü bir babanın/liderin bayrağı altında mümkün hale geliyor. Burada iş başında olan şey, mevcut işleyiş, kural ve ahlak ilkelerine aldırmayan, kurumlara ve normlara itibar etmeyen, bizzat kendisini yasanın yerine koyan bir şefin/liderin kurulu düzenle baş edebileceği ve aşağılanma ve yoksunluklarımıza son vereceği yanılsamasıdır. Aynı zamanda, her birimizi gönüllü olarak çocuksulaştıran, kapasite, beceri ve potansiyellerimizi değersizleştiren ve aşındıran, söz konusu efendi/şef/baba figürü karşısında mızmızlanan veletlere dönüştüren (demek sorumluluk üstlenmekten azade kılan) bir stratejidir bu.
Belki de, giderek daha belirsiz ve öngörülemez hale gelen hayatlarımızın en temel semptomu güçlü bir babaya duyulan o ihtiyaçtır. Bedenlerimizi, hayatlarımızı ve ilişkilerimizi istila eden istikrarsızlık ve akışkanlık, dağılma ve parçalanma kaygıları karşısında kalıcı bir referans ve çıpaya kavuşma arzusudur sonu gelmez baba arayışını tetikleyen şey. Söz konusu olan, en temelde güven, garanti ve teminat arayışıdır belki de.
Baba ihtiyacı/arayışı olarak somutlaşan şey, bir açıdan da hayatlarımıza anlam ve değer veren büyük/ortak anlatıları, inanç sistemlerini ve mitlerimizi, kısacası bireysel hikayelerimizi kaybetmiş olmaktan doğan boşluktur. (Örneğin, sıradan dindar kişinin bir ahiret inancı bile taşımadığına hükmetmek için dindarlığın günümüzde ete kemiğe büründüğü yaygın pratiklere, hakim dindarlık ilişki ve performanslarına yüzeysel bir bakış yeterli artık.) İlgili kaybın kederini, hüznünü telafi etme, oradaki boşluğu doldurma çabasıdır o arayış ve özlem, belki de.
Ruh sağlığı alanında ortaya çıkan bazı tuhaf ve yaygın “terapi” biçimlerini de bu bağlamda düşünmeliyiz belki de: Kendi gerçek hayatlarımızda baba işlevinin çökmesi ve gerilemesi sonucunda oluşan yarığa yerleşen ve terapist yerine/niyetine esasında bir efendi figür sunan (günümüzde normal/başarılı/mutlu insan davranışının ne olması gerektiğine ilişkin sırları bildiği, bizzat kendisinin mükemmel bir rol model olduğu vehmiyle bol keseden yaşam stilleri ve kalıpları önermek ve buyurmaktan ibaret) bütün bir terapi/koçluk/kişisel gelişim sektörü bizim bu talebimiz sayesinde mümkün oluyor belki de. Yine de eklemiş olalım: Ne türden olursa olsun hakiki bir terapi, terapistin kendi arzusunu empoze etmekten kaçınması, yalnızca ilgili semptomların değişeceği/ortadan kalkacağı koşullardan ziyade, normal addedilen davranış ve tutumların da değişebileceği, demek böylece bizzat “hastanın”/danışanın/öznenin öznelliğinin -yine kendisi tarafından- ele alınacağı koşulların/çerçevenin yaratılmasıdır.
Belki de, zaten “tüm babalar uzak ülkelerde yaşadıkları”, bunun da hiç farkında olmadıkları içindir onca karmaşa, kafa karışıklığı:
“Yirmi yıl önce babam öldüğünde çok yoğun bir fiziksel ve manevi, ama özellikle de fiziksel bir acı duydum.
Bir yandan, ne yitirdiğimi bile bilmiyordum. Bana yakın, belki de en yakın olan birini yitirmiştim. Ancak babamın içimdeki kökleri öylesine derin ve anlaşılması güç idi ki, anestezi altında cerrahi bir operasyon geçirdikten sonra kendisine gelip yavaş yavaş acısını hissetmeye başlayan ve “gerçekte ne yitirdim?”, “hangi organımı aldılar?” sorularına çevresinde kimsenin yanıt vermediği bir kişi gibiydim.
Yaşama arzusu ile ne yitirdiğimi araştırmaya başladım.”[1]
Hasret o yüzdendir belki de, eksilmemesi bir türlü baba hasretinin. Babaya her yeniden kavuşma hamlesinin daha baştan başarısızlığa mahkum olması o yüzden.
Belki de o yüzden, babamızı kaybettiğimizde bir türlü sonu gelmez tuttuğumuz yasın. Bir sızı kalır hep. Kapanmayan bir şey. Bir cümlenin kesintiye uğraması, sözün muallakta kalmasına benzer bir şey.
Demek, babamız hayattayken de, hiç bilmeyiz kim olduğunu bizim için. Onunla bağımız, ruhumuzdaki varlığı hep biraz geride ve karanlıkta, hep biraz belirsiz olarak kalır.
[1] P. Pachet, Babamın Özyaşamöyküsü, çev. Nuri Samyeli, YKY, 1998, s. 8