Edebiyatı Sevmek ve Normal İnsanlar
Sezen Ünlüönen

Nora Ephron’ın Heartburn romanında anlatıcının kocası Mark adlı bir köşe yazarıdır. Haftada üç yazı yetiştirmek zorunda olan Mark, konu bulamadığı zaman malzemesini ev hayatından çıkarmaya çalışır. Yazının teslim vakti yaklaştıkça gözleri odada can havliyle dolaşır: “Tuzlukla biberlikten bir köşe çıkar mı?  Kağıt peçeteden?...” Ya da “Kaynamış yumurtayı soymanın ne kadar zor olduğunu fark ettin mi” diye sorar karısına, “peki sence bundan bir köşe çıkar mı?”

Ara sıra sağa sola yazı yetiştirmek zorunda olanlar Mark’a gülerken Mark’tan önce kendilerine de gülüyorlardır muhakkak, o nedenle Mark’ı o kadar çabuk harcamayalım, bu hafta ben de akademik yazının kanlı canlı bir insan tarafından yazılmamış gibi konumlanan oturaklı, bilgi dolu, nesnel ve uzak kürsüsünden değil de, kendi hayatımın içinden konuşayım.

Edebiyat doktorasına başlamadan önce edebiyat doktorasına heveslenen her genç gibi bana da edebiyat doktorası yapmamam salık verildi. Edebiyat doktorası yapmanın roman okumayı çok sevmekle bir alakasının olmadığı söylendi. Doktora yapanların vaktinin doktora yapmayanların hayal ettiği gibi sevdiği kitapları okuyup arkadaşlarıyla tartışarak geçmediği çok anlatıldı. Ben de kendimden öncekiler gibi bu söylenenlere inanmadım, kendim yaşamak suretiyle yanıldığımı bizzat deneyimleme şerefine nail oldum. Doktoranın son senelerini, zannettiğim gibi roman okuyarak değil, düşük çözünürlüklü dosyalardan meclis tutanağı inceleyerek, 19. yüzyılda Latin Amerika’nın dış ticaret hacminin ne kadarının Britanya kontrolünde olduğunu anlamaya çalışarak geçirdim.

Amerika’da edebiyat doktorası yapan bir insanın vaktinin edebiyat okuyarak değil de benim örneğimde müzayede kataloğu inceleyerek, bir başkasında kod yazarak ya da beyin MR’ı çekerek geçirmesinin nedenlerine dair danışmanlarımdan birinin sık sık andığı bir kitap var: Michele Lamont’ın yazdığı Profesörler Nasıl Düşünür (How Professors Think). Lamont bu kitabında özellikle edebiyat alanında “iyi bir işin (araştırmanın, makalenin) ne olduğu” konusunda yerleşmiş ve üzerinde mutabakata varılmış kriterlerin olmadığından dem vurur.[1] İyi işin niçin, nasıl iyi olduğunu bilmemek demek, bir bakıma yapılan işin ne olduğunu da tam olarak bilmemek demektir.  Hedefleri, yöntemleri muğlaklaşınca da bir disiplinin, herkes can havliyle bir şeye tutunur: kimi sayısal yöntemlere, kimi sinirbilime, kimi denizcilik tarihine.

Son yıllarda edebiyat uzmanları arasında süregiden “yöntem” kavgaları da bu belirsizliğin bir uzantısı tabii: edebiyat uzmanı tam olarak “neyin” uzmanıdır, çalıştığı “şey” nedir, hangi yöntemleri kullanır türü sorular neredeyse son yirmi yıldır farklı taraflar arasında ateşli kavgalara yol açmakta. Bu tartışmalar alanın dışındaki insanlara “bir toplu iğnenin başı üzerinde kaç melek durabilir” nev’inden bir meşgale gibi görünse de geri planda yerleşmiş edebi kanonların soldan gelen eleştirilerle dağılması, beşeri ilimlerin mühendislik ve teknoloji gibi alanlar karşısında her daim kendini savunma pozisyonunda bulunması, akademinin prekarlaşması gibi eğilimlerden besleniyor esasen.

Bu belirsizliğin “duygulanımsal” (afektif) bir yanı da var bence. Yine danışmanımın sıklıkla söylediği bir şey: “Bizim işimiz öğrencilere derste Jane Eyre’i okutmak. Jane Eyre’i nasıl okuturuz? Önce Jane Eyre’in sorunlu toplumsal cinsiyet dinamiklerinden bahsederiz, sonra romanın sömürgecilik ve emperyalizmle ilişkisini açıklarız. Romanın zenofobisine eğiliriz. Yani bir oda dolusu Jane Eyre-severe, neden sevgilerinin yanlış ve sorunlu olduğunu izah ederiz. İnsanlar edebiyatı ‘sevdikleri’ için edebiyat dersi almak ister, ama bizim sınıfta ya da araştırmalarımızda yaptıklarımızın bu sevgiyle alakası yoktur.”

Yani bir başka deyişle, ortalama insanın edebiyatla ilişki kurma biçimiyle, bu işin tedrisatından geçmiş insanın edebiyatla ilişki kurma biçimi arasındaki uçurumun kendisi de edebiyatla uğraşan akademisyenlerin “ne yaptığına“ dair belirsizlik ve karmaşanın bir parçasıdır. Üstelik o tedrisattan geçmeye karar vermenin çoğunlukla ilk ayağı olan “edebiyat sevgisini,” edebiyata bağlanma, oradan kendine bir anlam çıkarma itkisini çocuklukta inanılan cinler periler gibi geride bırakmak, o eski “seven” benliği saf, naif bir ilişki arayışı olarak kendinden uzaklaştırmak zorunda kalmak da bir yarılma yaratıyordur ister istemez.[2] Kaldı ki, kim durmadan bir oda dolusu edebiyatsevere “Hayır durun, sevmeyin, orada toplumsal cinsiyet çok sorunlu” demek, insanların sevip bağlandıkları metinleri ellerinden alıp yere çalmak ister ki?

Tüm bunları bana düşündüren, okumayı henüz bitirdiğim Sally Rooney’nin Normal İnsanlar kitabı oldu. Zira kitap bana kalırsa, Sally Rooney’nin tüm yeteneğine, ısrarla tekrarlanan kuşağımızın sesi (Milenyaller!) olma iddialarına, Rooney’nin röportajlarında dile getirdiği Marksistliğine, Jacobin’de yayınlanan ve romanın Marksist bir aşk hikayesi olduğunu savunan yazılara rağmen özünde son derece muhafazakar bir kitap.[3] Bunu düşündüm ve düşünür düşünmez kendimi şöyle bir frenledim—“yine geçtin sınıfın karşısına, Küçük Kadınlar neden problematik onu anlatıyorsun.” Kitap Connell ve Marianne adlı iki gencin lise yıllarından başlayan ve üniversite boyunca devam eden ilişkisini konu alıyor. Benim kitabın muhafazakâr olduğunu düşünmemin esas nedeniyse, kitabın “ilişkilerin dönüştürücü gücüne” yaptığı tüm yatırıma rağmen dönüştürücülük vasfının bir tek bu çiftin arasındaki romantik ilişkide, daha ziyade de Connell’in modern bir beyaz atlı prens olarak Marianne’i “kurtarmasında” yatması. Marianne de Connell kadar zekidir kitapta ve güç asimetrisi her daim Marianne’in aleyhine işlemez (Marianne zengin, Connell fakirdir mesela) ama eninde sonunda Marianne’in bir insan olarak ailesinin (psikolojik) boyunduruğundan kurtulması ancak bir erkeğin, Marianne’in ağabeyine “Dur!” demesi ve onu şiddetle tehdit etmesiyle mümkün olur.

Burada Normal İnsanlar’ın illaki bir kadın özgürleşmesi hikâyesi olmak borcu yok elbette kimseye, ama benim için ilginç olan, bizim romanın dışından romana dayattığımız değerlerden bağımsız olarak, hikâyenin yarattığı ihtimallere karşı romanın kendi körlüğü. Roman bize ısrarla Marianne’le Connell’in başka insanlardan ayrı olduğunu, çiftimize bir tek çiftimizin sahip çıktığını, bu ikisinin derin bir yalnızlık içinde olduğunu anlatır durur ama romanın dikkatli okuyucusu bunun böyle olmadığını defaatle fark eder. Gittikleri bir barda, yaşça büyük bir adam Marianne’i taciz ettiğinde oradan koşarak kaçan Marianne’i takip eden ilk kişi arkadaşı Karen’dır mesela. Connell ilişkileri belli olmasın diye geride dururken, Karen diğerlerini azarlar: “Genç bir kızı taciz etmenin çok komik olduğunu düşünüyorduysanız gelmeseydiniz.” Üniversitede, Marianne o dönemdeki erkek arkadaşı Jamie’den ayrılır ve Jamie Marianne’in arkasından ileri geri konuşmaya başlar. Roman Marianne’in en yakın arkadaşı olduğunu iddia eden Peggy’nin Marianne’in tarafını tutmamasından uzun uzun söz eder ama en başından beri Marianne’e sevgiyle yaklaşan, bu ayrılık sonrasında Marianne için arkadaş grubuyla irtibatını kesen, Marianne’le siyasetten ve filmlerden konuşmayı seven Joanna’nın arkadaşlığı bir türlü gerçek bir ilişki biçimi olarak kayda geçmiyor gibidir. Marianne’in kendini yalnız hissetmemesi için kadın arkadaşlarının ilişkilerine verdiği duygusal emek, yaşadığı çatışmalarda net bir biçimde onun tarafını tutmaları, paylaştıkları ortak ilgi alanları vs. yeterli değildir; Marianne’in ihtiyacı olan bir erkeğin, kendisine duygusal şiddet uygulayan ağabeyini öldürmekle tehdit etmesidir.

Benzer bir fikirle, üniversite ikinci sınıfta Adsız Sansız Bir Jude’u okurken de karşılaşmıştım. Hocamız kitabın ana çiftinin, dünyada bir başlarına olduklarını birbirlerine tekrarlayıp dururlarken, sözgelimi Sue’nun okul arkadaşlarının onun adına okul idaresini protesto ettiklerini görmezden gelmelerine dikkatimizi çekmişti. Bu dersi aradan geçen senelere rağmen hatırlamamda dersin hocasının, kitapta “kadın dostluğunun ve dayanışmasının bir ihtimal olarak ciddiye alınmadığını” söylediğinde yaşadığım şaşkınlığın payı olsa gerek. Ben de esas karakterlerle beraber “ah çiftimiz, vah bunların imkânsız aşkları” diye dövünürken, karakterlerle benzer bir körlüğe kapılmış, heteroseksüel bir çift arasındaki erotik ve romantik ilişkiden gayrısının ikincil önemde olduğuna, olsa olsa koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi olduğuna ikna olmuştum.

Bugün üniversitedeki haliyle “edebiyat”ın ne menem bir şey olduğu muallak olsa da, edebiyat eleştirisinin gerekliliği de tam burada yatıyor bence. İnsanların edebiyatı sevmesi, kitaplara bağlanması, karakterlerle özdeşleşmesi eleştiriyi gereksiz ve yersiz kılmıyor. Bilakis tam da dolaşımdaki hikâyeleri bu kadar ciddiye aldığımız, Çalıkuşu okuyup öğretmen, Küçük Kadınlar okuyup yazar olmak istediğimiz için bu hikâyelerde bize neyin bir olasılık olarak sunulduğuna, neyin arzulanası olup neyin halının altına süpürüldüğüne dikkatle bakmak lazım.


[1] Hocama göre Lamont yanılıyor, ama işin o kısmı bu yazıya lazım değil.

[2] Bu yarılmadan rahatsız olan, edebiyatın sıradan insanın hayatında üstlendiği işleve daha büyük bir saygı ve merak duyulması gerektiğini söyleyen kitaplar yayınlandı son birkaç senede. Ör. Rita Felski, Hooked: Art and Attachment, Andrew H. Miller, On Not Being Someone Else: Tales of Our Unled Lives.

[3] https://jacobinmag.com/2020/05/sally-rooney-normal-people-bbc-literature