Çağırmak, Çağrılmak
Derviş Aydın Akkoç

Bilirim, ana rahminden gelir gece, karanlık...

(Melih Cevdet)

Her insanın ruhunda hasar almış kimi yerler vardır, ama ilk ve belirleyici olanı belki de doğumla alınan hasardır. Tüm varoluş çabası da bu kökensel hasarı –nafile de olsa- telafi etmek üzere kuruludur sanki. Dış dünyadan kendi egosuna yönelen yığınla duyumu henüz kendi benliğinden ayıramamış “süt bebesi”nin haline işaret ederken Freud, atılan “çığlıklara” da değiniyordu:

“Süt çocuğu üzerinde en büyük etkiyi yapan, ileride kendi organları olacağını keşfedeceği kimi uyarı kaynakları kendisine her zaman duyumlar gönderebilirken –aralarında en arzulanan şey olan anne memesinin de bulunduğu- kimi uyarı kaynaklarının kendisinden bazen uzaklaşması ve ancak yardım talep eden bir çığlık aracılığıyla geri getirilmesi olsa gerekir. Böylelikle benin [egonun] karşısına ‘dışarıda’ bulunan ve ancak özel bir eylem sayesinden ortaya çıkmaya zorlanan bir ‘nesne’ gelmiş olur.”1

Ancak özel bir eylemle yaklaşan, sonra tekrar uzaklaşan ve yeniden çağrılan bir ihtiyaç nesnesi ile karşılaşma: bu karşılaşma sayesinde yavaş yavaş farkına varılan dış dünya; sonradan açılıp zenginleşecek haz ve doyum kaynağı olan nesneler âlemi, ve nihayet bu âlemle ilişkileri sınırlayacak, dış dünyayı egoya yeniden ama bu kez öldürülme korkusu da dahil daha katı ve sert kıstaslarla hatırlatacak olan gerçeklik ilkesi... Bu formülasyona göre insanın trajik özelliği: Sevgi de dahil, nesnenin yokluğunda atılan biteviye çığlıklar, orada bir yerlerde olduğu varsayılan bir şeyi çağırmak, ona kavuşmak üzere... Yana yakıla ya da asude aramak, için için parçalanarak beklemek, ya da bir ihtimal bulmak, ama her defasında yeniden kaybetmek, daha sarsıntılı yitirmek üzere... “Bir nesneyi bulmak, onu esasında ikinci kez bulmaktır” diyordu Freud; ya da aşk söylemlerinde karşılaşıldığı üzere seni sanki çok eskilerden anımsıyor, tanıyor gibiyim türü sözlerde işleyen o cılız sezgi: çağrılan yahut beklenen, her durumda sonradan gelen ikinci nesne birincinin yokluğunu duyurur, oradaki dolu boşluğa ilişir; daha doğrusu ilişmeye çalışır, ama hiçbir şeyi dolduramaz, daha ziyade taşar. İkinci kez bulunan nesne karanlıktaki ilk nesneye ışık düşüremez, kök-kaybı silip etkisizleştiremez, aksine türlü reaksiyonlarla onu aktif kılar: yine çığlıklarla, dövünmelerle, ama bu kez daha şakacı bir aşk ve nefret diyalektiği eşliğinde... 

***

Gelgelelim, doğumla atılan o ilk çığlık, dökülen gözyaşları da ruhsal yaşamda kayıtlı olmalıdır: galiba sonraki bütün çığlıklar da bu bir türlü yatışmayan, daha derinlerde ikamet eden ilk çığlığın etrafında dönmekte. Rahimden düştükten sonra yaşamak için artık zahmet gerekiyordur, üstelik dünya soğuk ve saldırgandır. Doğumla gelen ebedi ayrılığın sızılarını taşıyan gözyaşları, ve bu gözyaşlarında parıldayan geriye –rahme- dönük kuvvetli özlem, ezeli sıcaklık arayışı, bir yaklaşıp bir uzaklaşan, solan yahut ışıyan sevgi nesnesi, ve bu yükseliş ve alçalış hareketlerinin merkezine demir atmış kayıp-nesneye duyulan o derin ihtiyaç: “İnsanca bir sıcaklığa ihtiyaç duyuyordu Zebercet.” Bu sıcaklık arayışındaki umutsuzluğun yaydığı tazyike göre kâh koyulaşan kâh seyrelen bir ölüm içgüdüsü; daima orada, erosun ikizi olarak, varlığın yanı başında, bir nabız gibi...

***

İnsanın çocukluktaki zavallılıklarının, çaresizliklerinin dinsel duygulanımların da kaynağı olduğunu öne sürer Freud, zira ona göre, dünyada “babanın korumasına duyulan gereksinime benzer güçte bir başka çocukluk gereksinimi daha yoktur.” Sıcaklık, besin, sevgi gereksinimlerinin yanı sıra, hayatta kalma gereksinimini karşılayan korunma, güvenlik ihtiyacı: Yazgının güçleri karşısında duyulan kozmik bir endişen neşet ederek Tanrı fikrine, dinsel tonlarıyla devlet ve iktidar oluşumlarına değin yol alan çizgilerle korunma arzusu; ve bu arzuyla takas edilen özgürlük içgüdüleri... Protein, karbonhidrat, tuz ve sair maddelere atıfla, etin serpilme şehveti olarak yaşamdan dem vuran Thomas Mann gibi ifade etmek gerekirse, “soralım dedik, nedir yaşam”: Temelde yokluklarla, gölge nesnelerle, gelgeç ve kısıtlı hazlarla, doyumun imkânsızlıklarıyla, evrensel birlik arayışlarıyla, bölünmez bütünlük özlemleriyle akıp geçen zevkli bir eziyettir yaşamak; sürekli çağrılan, çoğun zamanında gelmeyen o sonu gelmez ihtiyaçlarıyla...

***

Antiklerin meşhur hikâyesi: Kral Midas; parçalanmanın, dağılmanın ve yeniden toparlanmanın; esrimenin ve şarabın Tanrısı Dionysos’un satirlerinden Silenos’u bir gün ormanda yakalar; çın çın kahkahaları, zehir gibi kıvrak zekâsıyla hınzır bir bilgedir Silenos. Kral Midas ise bir ölümlüdür, ve her ölümlü gibi öncelikle açtır, özellikle de bilgiye: ona yaşamı daha katlanılır kılacak bir bilgiye ihtiyacı vardır. İnsan için en iyi şeyin ne olduğunu sorar Silenos’a, cevap şimdiye kadarki tüm bilgeleri, şairleri ve mütefekkirleri ters köşeye yatıracak cinstendir: “insan için en iyi şey hiç doğmamış olmaktır.” Kral Midas tatmin olmaz bu cevaptan, zira bir kez iştahı kabarmıştır, “peki insan için ikinci en iyi şey nedir” diye sorar. Silenos, köpüren bir kahkahayla “insan için ikinci en iyi şeyse derhal ölmektir” cevabını verir. İki soru ve iki cevap: Kral Midas afallamıştır, susar. Silenos nazarında doğumla ölüm arasındaki kısacık zaman, yani yaşamak özünde trajik olduğu kadar komiktir de... Doğmuş olmak, en iyi şey olan hiç doğmamış olmanın negatifidir: bu negatif eylemi yok etmek için değil, alınan hasarı telafi etmek, zararı bir noktada kesmek için hemen ölmek dışında bir başka yol yoktur, zira ona göre de yaşamak doğumla gelen kökensel bir zedelenmenin asla onarılamayacağı, kayıplar ve vuslatlar arasında sürüp giden bir ağrı, bir külfet silsilesi... Özne açısından doğum ve ölüm: iki karanlık dönem, ve kısacık bir aydınlık faslı olarak da yaşam: trajik varoluş neyse ki komik olanla dengelenir... Ama hem antiklerde hem de modernlerde bu trajikomik hakikati askıya almak, unutmak pahasına yaşamakta ısrar etmek daha baskın bir güdüdür; saklı ve asık suratlı bir arzuya tutunarak: ölümsüzlük...

***

Zavallılık tek boyutlu değildir ama: imdat feryatlarıyla yahut kısık seslerle çağıran; bir başka esaslı ihtiyaca yaslanarak konuşmak, kendini açmak, dünyaya duyurmak isteyen özne; aynı zamanda çağrılmanın, görülmenin, dinlenilmenin de muhatabı olmak istiyordur: çifte azap, çifte komedi... Kişiyi konuşmaya, anlatmaya yahut sessizliğe kışkırtan şey de henüz tam bakılamamış, görülüp de tadil edilememiş hasarlı yerler olsa gerek. Bunlar geçmiştedirler, ama izleri şimdiye düşer, oradan da kırık çizgilerle geleceğe uzanırlar. Unutmak hafızanın silinmesi, yıkımı değildir Freud nezdinde, zira ruhsal yaşamda bir kez kurulmuş bir şey asla yıkılmaz, bilakis korunur, yeniden açığa çıkacağı vakte değin. Freud her ne kadar bastırılsa, inkar edilse de öncenin –ilk çığlık ve ağrılar da dahil- önünde sonunda sonrada kendine alan açtığından, varlığını sürdürdüğünden söz eder. Silinip gitmiş uygarlıkların kalıntılarının bugün hâlâ var olması; mevcut uygarlıkların da geçmişin uygarlıklarının üzerine bina edilmesi gibi insan ruhu da bir uygarlık misali yapılanmıştır: kendi geçmişinin pek erişemediği yıkımlarından ve yeniden kuruluşlarından, toz toprak içindeki kalıntılarından, bu kalıntıların sızılarından mustariptir. Kimi darbeler alınmış, ruhun sütunlarından bazıları devrilmiştir: bir parçalanma, dağılma söz konusudur. Nitekim tüm o yanılsamalı birlik, bütünlük arzuları da bu hakikate yaslanır. Ruhun birliği, tinin bütünlüğü arzusu için değil, bir arkeolog hassasiyetiyle kişinin kendi ruhunda kazılar yapması, toprağını eşelemesi, karşılaştığı parçalara fırça darbeleri atıp tozları silkmesi gerekir. Ne var ki, ister cüsseli kelimelerle ister külden hafif seslerle ancak yanından yöresinden geçilir o kalıntıların, zira anlatmanın, aktarmanın, dilde görünürlük kazandırmanın imkânsızlığı sabittir. Ele geçirilemez olan, çoğun kayıp giden, hatırlamanın sıkıntıları ile unutmanın şefkati arasındaki bir koridorda beklerken, insan hasarlı yerleri ile yaşamaya alışmalı; dilin canını çıkarmaktansa...

***

Dilden değilse bile adlardan geçmeli belki de, zarif bir kayıtsızlıkla: ne kimseye adıyla seslenmeli ne de kimsenin kişiyi adıyla çağırmasını beklemeli. Dili anlatma şehveti ve gücünden çekip almalı; hikâye kurma arzusundan özgür kılmalı... Onu yalnızca içeriye, içerideki kalıntılara değil, bazen dışarıya, dış dünyadaki yıkıma doğru da yöneltmeli... Ve bu süreçte ancak adının bilinmediği yerde özgürsün diyen Elias Canetti gibi karanlık ya da aydınlık fark etmez, sade-süssüz kelimelerle yetinip de “çiçeklerden” vazgeçmeli:

“Ben, dökülmeyen, solmayan sözcükler istiyorum. Dikenler ve kökler, bir de ender olarak, saydam bir yaprak istiyorum, ama başka sözcükleri istemiyorum, onları zenginlere dağıt.”2    

Dikenler ve kökler, ve nadir de olsa saydam bir yaprak: solup kuruyacak, silinip dağılacak olduktan sonra diğer tüm kelimeler zenginlerin olsun, ne çıkar...  


1 Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev: Haluk Barışcan, İstanbul: Metis yayınları, 20009, s. 28.

2 Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev: Ahmet Cemal, İstanbul: Payel Yayınları, 2011, s. 204.