Sıfır Olmak...
Derviş Aydın Akkoç

Her karşılaşma değilse de kimi karşılaşmalar insan yaşamında hususi bir öneme sahiptir. Bu önemi tesis eden etmenler kişiden kişiye değişir elbette, ama müşterek bir bağ varsa şayet o da karşılaşmaların bazı dönüşümlere vesile olmaları; içsel kırılmalara yahut geçişlere imkân tanımaları, hasılı kişiyi söz konusu karşılaşmadan önce ve sonra diye ikiye ayırmalarıdır. Bıçakla kesilmiş bir önce ve sonra ayrımı değil tabii bu: daha ziyade zamanla, parça parça ve çoğun farkında olmaksızın vuku bulan bir dönüşüm süreci, ya da kişinin istese de artık geri dönemeyeceği bir kopuş... Burada mesele Althusser’in Spinoza’nın iyi ve kötü karşılaşmalar fikrinden el alarak öne sürdüğü karşılaşmalar materyalizmi formülü; bu materyalizmin diyalektik hareketleri değil. Karşılaşmalar materyalizmi özneyi şüphelerle, deneyim tortularıyla, sezgilerle, beklentilerle de yüklü olan belirleyici bir “ânın” yahut anların tazyikine, maruz kalışa, çoğun ilk izlenimlere açar: karşılaşılan şeyin özne üzerinde yarattığı tesir kişiyi kudretten düşürüyor, potansiyellerini daraltıyor, ruhunda dalgalanmalara yol açıyorsa karşılaşma kötü; tersi söz konusu ise iyidir... Bu kısmen mekanik-hijyenik perspektifte etki mefhumu iyi ve kötü olanın ne olduğu hususunda bir barometre işlevi görür. Bu formülde belirleyici anlama sahip olan esasta “an”dan, ânı da yörüngesine alan değişken ruh hallerinden, bu hallerin tekrarlarıyla oluşan fikir ve hislerden başkası değil: karşılaşmaların etkileri zamanla yatışır, kuvvetleri çekilir, ve nihayet yeni karşılaşmalara alan açılır, özne bir sıfır noktasına yeniden döndüğü fikriyle kendine has devinimine, taze başlangıcına, ya da daha teknik tabirle oluşlarına, akışlarına çatışmasız-külfetsiz devam eder; hafızaya galebe çaldığı iddiasını da kuşanarak...

***

Herhangi bir karşılaşmada kötü olanı tespit ve teşhis etmek iyi olanı teşhis ve tespit etmekten çok daha çetrefildir oysa. Kişi tek bir ân tarafından yutulmaz, “an” imgesi her ne kadar cezbedici olsa da özne esasında karşılaştığı olayla başka bir düzleme, referansı olmayan bir zihinsel-ruhsal koordinata geçiş yapar; kâh afallayarak kâh yığınla kaygıyla: bu düzlem içindeyken kötü addedilen bir tecrübe, oradan çıkıldığında, çıkmaya çalışıldığında iyi olanı kıyısından köşesinden görünür kılar. Kötü ile iyinin sınırları hiçbir zaman net değildir, hatta bu ikisi genellikle iç içedir. Tutkular karşısında hükümran akıl ne ise, yönelimler karşısında küstah kıstaslar da odur: mütemadiyen geçersizleşir, askıya alınırlar. Nitekim kötü olanı mühürlemek, tasnif edip dışarı sürmek, damgalamak pek mümkün değildir. Bununla birlikte, karşılaşmanın tarafının özne üzerinde uyguladığı etki öznede olmayan bir şeyi açığa çıkarmaz zira hiçlik tetiklenmez: o şey, yani karşılaşmayla vuku bulan duygulanım ya da tepkiler orada duruyor, sırasını bekliyorlardır sadece. Ve bu fasılda, “zamansal başlangıç noktası bir hiçtir” diyordu Kierkegaard, aynı yargısında zamansal bir son düşüncesini de iptal ederek:

“... an’ın ebediyette gizli olduğunu keşfederim; an ebediyet içinde öylesine özümsenmiştir ki, deyim yerindeyse, onu arasam da bulamam, çünkü Burası ve Şurası yoktur, yalnızca bir ubique et nusquam [her yer ve hiçbir yer] vardır.”1         

Burası ya da Şurası: bir başlangıç noktası, bir ilk an, bir ilk bakış yahut ilk bakılma söz konusu değildir. Geriye dönük kuşatıcı ve her şeyi izah eden anlar ya da olaylar aramak boşunadır. Böylesi anlar sonsuzluk tarafından yutulmuş, sindirilmiştir, aransa da bulunamayacaklardır... Geçmişin girdabından özneye ekmek çıkmaz, çıksa da o ekmek ısırılmaz, zira çoktan küflenmiştir; küflenen arzular ve istekler gibi... Daha önceki anlar, belirleyici olduğu varsayılan ânın oluşumunu hazırlıyorlardır en fazla: kötü ya da iyi bir karşılaşmanın başlangıç ânı olmadığı gibi sonu da yoktur. Kierkegaard akıp geçen anları tekdüze, biri diğerinden önemli ya da önemsiz olarak kodlamaz. Ona göre, geçici olsalar da kimi anlar elbette benzersizdir; ama bu benzersizliği ebediyette tasavvur etme, zamanın sonsuzluğunda muayyen bir yere yerleştirme arzusundadır Kierkegaard, hatta ebediyetle bağlantılı bu türden ânlara teolojik tınılarıyla özel bir ad da verir: zamanın doluluğu..

***

Etkilerini sonsuzluğa açan, sonsuzluk tarafından özümsenmiş bir karşılaşmayı silmek, dönüştürücü niteliklerini yok saymak, iyi ve kötü veçhelerini unutarak yahut küçümseyerek ondan sıyrılmak mümkün olmadığı gibi böylesi bir istek hayli kurnazcadır da... Haz, sevgi, dostluk, şefkat ve aşk da dahil yeryüzündeki ilişkilerin kalbine deal (pazarlık, alışveriş) terimini yerleştiren Bernard-Maria Koltés’in Pamuk Tarlalarının Issızlığında adlı oyunundaki Müşteri’nin sarsıcı bir karşılaşmadan sonraki şu dokunaklı sözleri mesela:

“Ben sıfır olmak istiyorum. Samimiyet beni ürkütür, akrabalıktan haz etmem, yumruğun şiddetinden çok dostluğun şiddetinden korkarım. Gelin birbirine nüfuz etmekten aciz, her biri kendi yolunda giderken, bir süreliğine yan yana düşmüş iki yuvarlak sıfır olalım. Madem burada yalnızız, tanımlanması mümkün olmayan bir saat olan bu saatin ve tanımlanması mümkün olmayan bir yer olan bu yerin sonsuz ıssızlığında, zira ne benim size rastlamam, ne sizin benim yoluma çıkmanız, ne bir samimiyet kurmamız, ne de bize bir yön çizecek gizli bir şifreden medet ummak için ortada bir sebep var, gelin bu ıssızlıkta iki basit, yalnız ve kibirli sıfır olalım.”2  

Kibri muhatabının hanesine yazıp tevazuyu kendine saklayan –görünüşte- zarif bir tutum bu: kendi yollarında yürürken yan yana gelmiş iki yuvarlak sıfır, iki küçük nokta söz konusu yalnızca; sonsuz ıssızlıkta etkileşime girmiş bu iki sıfırın bundan böyle, karşılaşma sonrasında kendi yollarında adımlama, yuvarlanma istekleri... Ne var ki, şu ya da bu saikle bir kez bir araya gelinmiş, karşılaşma cereyan etmiş, dönüşümün fitili ateşlenmiştir; sıfır olmak imkânsızdır. Kaldı ki mevzu taraflardan birinin galip, diğerinin mağlup olduğu bir savaş değil, aksine çıkarların, hırsların, beklentilerin, örtülü örtüsüz niyetlerin, sinsi kaprislerin, zavallılıkların ve kudretlerin devrede olduğu bir ticarettir: hazzın, arzunun, güvenliğin, sevginin, şehvetin ticareti... Bu ticaretin yazılı olmayan hukuk zemininde sıfır olmak isteyen bir özne çatışmasız, hafızasız bir şekilde, “ceplerini doldurmuş bir hırsız gibi” çekip gidemez... Satıcı ve alıcı şeklinde konum almış varlıkların birdenbire mülk sahibi ve hırsız, ya da alacaklı ve borçlu statülerine düşmeleri demektir bu. Bu yatay ya da dikey hareketlenmelerde satıcının satacağı, alıcınınsa temin edeceği arzunun ne olduğu baştan itibaren müphemdir tabii. Karşılıklı konumlar da sabit değil, bilakis değişkendir: arzulanan şeyin belirsizliği karşısında satıcı alıcı, alıcı ise satıcı rolleri içinde, hatlar arasında mekik dokurlar. Tanımı mümkün olmayan bir zamanda, tanımı mümkün olmayan bir yerde bir araya gelmelerine vesile olan da aslında tesadüfler yahut yazgı değil, iki özne arasındaki bu müphem arzunun ta kendisidir...

***

Olan olmuş, yollar kesişmiş, karşılaşmalar kendi tahripkâr ya da tadil edici –iyi ya da kötü- dinamiklerini öyle ya da böyle açığa çıkarmıştır. Gece bitse, güneş doğsa, müzakere kapansa, alışveriş sonlansa bile, kimse eskiden neyse o olamayacaktır artık. “Dostluğun kör adaleti” de tarafların kuşandığı “hatıra silahları” karşısında çaresizdir; nezaket geri alınabilir belki ama hakaret asla geri alınamaz. Koltés nezdinde, insani ilişkiler sahasındaki ticari etkinlikleri kesintiye uğratan başlıca faktör başkalarının arzularını ödünç almak, bu emanet arzularla varoluşu sürdürmek istemektir. Bu durumda Lacan’ın “arzuna sahip çık” ikazının yanına, “arzuna karşı uyanık ol” ikazını da eklemek gerek. Siyasi ve dini otoriteler, ebeveynler ve piyasanın rahipleri de dahil başkalarından ödünç alınmış arzulara karşı uyanık olmalı; hele de şuradan buradan miras sevimli arzuların; bu arzulardan doğan içli hikâyelerin ortalığı bunca kapladığı şu protez zamanlarda...         


1 S. Kierkegaard, Felsefe Parçaları, ya da Bir Parça Felsefe, İstanbul: İş Bankası Yayınları, çev: Doğan Şahiner, 2020, s. 5.

2 Bernard-Maire Koltes, Pamuk Tarlalarının Issızlığında, çev: Ayberk Erkay, Ankara: İmge Yayınları, 2018, s. 42-43.