Kadınların yerel siyasete katılımlarını artırmayı ve çeşitlendirmeyi hedefleyen bir kampanya yürütüyorduk, yaptığımız işlerden biri de belediyelerin tüm hemşehrilerine, “herkese” yönelik hizmetlerinin herkesi kapsamadığını göstermeye çalışmaktı. Bunun için belediye hizmetlerinin her birinin cinsiyet etkisini analiz ediyorduk: imar planında yeşil alan görünen yerin park mı futbol sahası mı yapıldığı, pazar yeri ayrılıp ayrılmadığı, fen işlerinin yürüttüğü asfalt çalışmalarının ara sokakları içerip içermediği, otobüs duraklarının yerleri… biraz yakından bakıldığında, hizmetlerden yararlanmada, bunlara ulaşabilmede cinsiyetin ciddi bir fark yarattığı görülüyordu.
Sonra kampanyamıza destek veren bir doktor arkadaşımız şöyle bir şey anlattı: cinsel yolla bulaşan hastalıklarla ilgili bilgilendirme çalışmaları yapıyorlarmış, toplantının sonunda, isteyen katılımcılar için ücretsiz muayene varmış. Mahallenin birinde sunum yaparken karşısında sabit bir gülümsemeyle bakan kadınları görünce biraz canı sıkılmış, sanki söylediği hiçbir şey onlara değmiyor gibiymiş. Sonradan fark etmiş ki, bulundukları mahalle, zorunlu göçle gelen Kürtlerin yerleştikleri bir mahalleymiş ve kadınların çoğu Türkçe bilmiyormuş. Sunumdan sonraki muayene için anlamadıkları bir konuşmaya tahammül etmişler belli ki!
Demek ki, hizmetlerden yararlanmada cinsiyet faktörünü dikkate almak yetmiyor, başka şeyler de önemli olabiliyor…
Peki, belediye hizmetleri bağlamında “kapsayıcılık” ne anlama gelir? Belediye ne yaparsa “herkes”i kapsamış olur?
Kamu hizmetlerinin kapsayıcılığından bahsettiğimizde, bir “kamu”yu varsayıyoruz. Biliyorsunuz, bu kamunun kapsama alanı, uzun mücadeleler sonunda genişledi: oy hakkının mülk sahipliğiyle ilişkili olmasını, kadınların eşitlik ve oy hakkı için verdikleri mücadeleleri hatırlayın. Bu, eşit yurttaşlık bağlamıdır ve “kapsayıcılık”, bu bağlamda anlam kazanır. Yurttaşların eşit olabilmeleri ancak farklılıklarının dikkate alınmasıyla, bu farklılıkların kamu politikalarının kapsama alanına girebilmesiyle mümkün olur. Bir ideal yurttaş tipi varsayıp “herkes”in bu tiple “eşit” hale gelmesini sağlamaya çalışarak değil. Yurttaşlık, bir “aynılık”ı taşımak değil, tam tersine, tüm diğerlerinin hem başka ama hem de eşit olduğu bilincine sahip olmaktır.
Böyle bir yerden başlamak istedim, çünkü “feminizm herkes içindir” sözünün bir kapsayıcılık problemi olarak anlaşıldığını, bunun bir yanlış anlama olduğunu düşünüyorum. Kamu hizmetinden bahsederken gayet anlamlı olan “kapsama” sözü, politik bir hareket için kullanıldığında neye işaret eder? Temsile mi? Feminizm birilerini (kadınları?) temsil mi eder? Kapsayıcı feminizmden söz edenler farklı kadınlık durumlarının temsilini mi kast ederler? “Anadolu kadınını” mesela, işçi sınıfından kadınları, yaşlı kadınları… Feminizmin orta sınıftan kentli kadınların yahut Batılı kadınların, beyaz kadınların… olayı olduğunu söylemek, biraz böyle bir şeyi ima ediyor, değil mi?
Feminizm kimleri kapsar?
Feminizmin “herkes”i, “bütün hemşehriler” ya da “bütün yurttaşlar” türünden bir herkes değil bence. Vurgulamaya çalıştığım, basitçe, sosyoloji ile politika arasındaki fark.
Kadınlar ve erkekler, zenginler ve yoksullar, beyazlar ve siyahlar, yerliler ve göçmenler… bütün bu adlar, kendi hallerine bırakıldıklarında, sosyolojik adlar. Bir durumu, bir konumu anlatırlar. Örneğin Türkiye’de kadınların ücretli çalışmaya katılma oranları düşüktür. Bu, sosyolojik bir durumdur. Sosyolojik bir gerçekliğin politikası, “kadınlar ücretli çalışmaya daha az katılıyorlar çünkü cinsiyete dayalı işbölümü diye bir şey var ve bu onların ikincilleştirilmesinin araçlarından biri” diyen birileri ortaya çıktığında başlıyor. Bu ikisi elbette ilişkili ama iki farklı düzlemin gerçeklikleri. Marx’ın “kendinde sınıf/kendi için sınıf” ayrımını hatırlayın. Sanki aynı şeyden, sınıftan bahsediliyor, ama bambaşka iki düzlemde. Bu iki düzlemi ayırt eden, “eşitlik” gibi, “sömürü” gibi, “özgürlük” gibi politik kavramlar.
Siyah kadınlar “Feminizm beyaz kadınlar için değildir, biz de varız” dediklerinde, bir yandan kadınların birbirlerinden farklı gerçekliklerinden, sosyolojiden söz ediyorlardı ama bir yandan da “biz de varız” diyerek kendilerini politik özneler haline getiriyorlardı. Tıpkı, 1987’de “kadınlar vardır” dediğimizde bizim yaptığımız gibi. Kadınlığı “kendinde varlık” olmaktan “kendi için varlık” olmaya taşıyan bir sözdü o. “Biz kadınlar, cins olarak eziliyor ve sömürülüyoruz” derken yaptığımız gibi.
Ne siyah kadınların yaptığı ne de bizimki, bir “kapsanma” mücadelesi değildi. Harekete geçmekti. Politik özneler haline gelmekti. Feminizmin öznesi, feministlerdir! Özne, ancak harekete geçtiğinde tanınabilir, ancak o zaman var olabilir. Bu bakımdan, herhangi bir şeyin öznesinin kim olduğunu sormazsınız, özne, “ben varım” dediğinde vardır. Yani her zaman, kim olduğu bilinen biridir- adlandırmayı başkasına bırakmaz, kendini adlandırır. Kendini adlandırır, eyler ve bir söz kurar. Yani, kendisini eylemde açığa vuran varoluştur. Yaptığı şey, onun ne olduğunu (kim olduğunu) gösterir.
Ve feminizm öyle bir şeydir ki, kendini adlandırırken, “kadın”ın ne olduğunu da tarif eder.
Sosyolojik gerçeklerin tariften azade şeyler olmadığını biliyorsunuz, “kadınlar çiçektir” yahut, “kadın kadının kurdudur” sözleri, kadınları tarif eder. Gerçekliğin belirli bir perspektiften anlaşılması ve anlatılmasıdır. İdeoloji diyoruz ona. “Biz kadınlar, cins olarak eziliyor ve sömürülüyoruz” da kadınları tarif eder. Başka bir perspektiften. Burada kapsanmakla ilgili herhangi bir talep yok dikkat ederseniz, gerçekliğin tarifi ve değiştirme iradesi var. Kadınların Kurtuluşu Bildirgesi, şu cümleyle biter: “Bütün kadınları ezilmişliğimizi fark etmeye, ezilmişliğimize karşı tavır almaya, dayanışmaya, örgütlenip çıkarlarımız için mücadele etmeye çağırıyoruz.”
Bu çağrı, “bütün kadınlar”a yönelik. Onları bulundukları yerlerden başka bir yere çağırıyor: politikaya. Özgürleşmeye, kurtuluşa, örgütlenmeye.
Böyle bir yer, “herkes”in yeniden, başka bir biçimde kurulduğu bir yerdir, “herkes”, ezilen herkes değil, ezilmeyi ortadan kaldırmak isteyen herkes’tir. Durduğun yerden katılamazsın buna, harekete geçmen, başka bir yere gitmen gerekir. Feminizme doğru. Feminizm, mağdur pozisyonuna kapanmama, özne olma iddiasının ta kendisidir.
Dikkat ederseniz burada hareket, “kapsama alanını genişletme”nin ima ettiği yönde, farklılıklara doğru değildir; tersine, farklılıklardan ortaklığa, politikaya doğrudur. Eşitlik ve özgürlük politikasına, feminizme doğru.
Kadınların ezilen cins olduklarını söylemek, bu ezilmeyi ortadan kaldırma iradesi olmaksızın, anneannelerimizden bize miras kalan kadınlık bilgisinden öteye gitmez. Kadınlar, ezildiklerini bilirler. Kendilerinin ezildiğini de, başka kadınların ezildiğini de. Feminizm yokken de biliyorlardı. Feminizm, ezilmenin ortadan kaldırılabileceğinin bilgisi ve iradesidir.
Yani feminizmi mümkün kılan şey, hep birlikte ezilmekte olan kadınların varlığı değil, kurtuluş iradesidir. Böyle olmasaydı, feminizm mümkün olmazdı. Bazen aksine inanma eğilimde oluyoruz; ortak bir ezilmişlik yoksa bizi bir araya getirecek ne kalıyor elimizde diye endişe edebiliyoruz. Ama bu ortaklık zemini o kadar kaygan ki! O kaygan zemini “kapsayıcılık” telaşıyla sabitlemeye çalışıyoruz. Büsbütün ele avuca sığmaz bir şeyleri, kimlikleri kapsayarak. Bu hengamede sınıf da kimliklerden biri olup çıkıyor! Sınıf, ırk, cinsel yönelim… diye giden şu meşhur diziden bahsediyorum!
Sanki “herkes”, bütün kimliklerin toplamıymış gibi. Onları bir araya getirecek ortaklık zemini de ayrımcılıkmış. Ondan sonra tartış dur, kim daha ağır ayrımcılığa uğruyor, kim ayrıcalıklı diye. Böylece ayrımcılığın bir yönetme tekniği olduğu gözden kaybolur, bir mağduriyet hiyerarşisi kurularak yeni ayrımlar üretilir.
Feminizmin sadece kadını değil, cinsiyet ilişkilerini de tarif ettiğini hatırlatmak isterim. Cinsiyetin kimlik değil, bir tahakküm sisteminin yarattığı ilişkiler bütünü olduğunu. Toplumsal cinsiyet kavramı buna işaret eder. Toplumsal cinsiyet hiçbir zaman kadını ya da erkeği tanımlamadı; bazen öyle anlaşılsa da aslında hep cinsiyet ilişkilerine, bu ilişkilerin ürettiği kadınlık ve erkeklik konumlarına ilişkin bir kavramdı. Kadını ezilmeyle ve sömürülmeyle tanımlamak, bir kurban kimliğine değil, bir ilişkiler sistemine işaret eder. “Birbirlerinden farklı da olsalar bütün kadınlar ezilirler, bu ezilme de feminizme nesnel temelini verir” saptamasının işe yaraması için, bahse konu ezilmenin bir ortak ezilme olması gerekir. Ama böyle değildir. Kadınlar birbirlerinden farklı biçimlerde ezilirler ve üstelik bu farklılıklar birçok durumda, onların çıkarlarının da farklı olması anlamına gelir. Ortaklığı mümkün kılan, işte o yeni “herkes”tir. Feminizmin kurduğu herkes. Farklı ezilmeler arasındaki bağlantıları görerek, bu bağlantıları açığa çıkararak. “Nesnel temel”, varsayılabilecek bir şey değildir, kurulması gerekir. Yani iktidarın ezerek kurduğu değil, bizim ezilmekten kurtulmak üzere kurmamız gereken bir şey.
Soru, kimlerin kapsanacağı değil, bu kurma işine kimlerin katılacağıdır. “Erkekler feminist olabilir mi?” sorusu, cinsiyet ilişkilerinin tahakküm ilişkileri olmaktan çıkarılması mücadelesinin erkeklerle birlikte yürütülüp yürütülemeyeceğine ilişkin bir sorudur dolayısıyla.
Bu türden ilkesel sorular ve cevaplar, işleri kolaylaştırır elbette. Feminizmin öznesi kimdir, kimleri çağırır, feminist örgütlenmenin ilkeleri nelerdir, bir feminist neleri yapıp neleri yapmamalıdır… Bir yandan da bildiğiniz gibi, doğrular ve yanlışlarla ilgili ilkesel cevaplar, politikadan çok ahlakın alanına girer. Politikada bağlam önemlidir. Yalnızca pragmatizmden değil, politik faaliyetin doğasından da söz ediyorum. “İki cins insan vardır, kadınlar ve erkekler” diye başlayan hikâyeyi değiştirmek için mücadele ederken bu başlangıcı değiştirmek gerekmez mi örneğin? Bu sadece bir kapsama problemi midir? “Hayır, iki cins insan yoktur, fazlası vardır” diyerek halledebileceğimiz bir problem midir? Yoksa cinsiyetin patriyarkanın vazettiği türden bir şey olmadığını görerek, “Yakub’u da çağırarak” mı ilerlemek gerekir?
Feminizmin “herkes”inin kimler olacağı, biraz önce bahsettiğim harekete, farklılıklardan ortaklığa doğru harekete bağlıdır. Cinsiyet ilişkilerinin tahakküm ilişkileri olarak örgütlenmesine son vermeye niyetlenenlerin hareketine. Bunun nasıl olacağını önceden tasarlamanın bir sınırı var, ancak yaparken, yaptıkça görebilirsiniz. Her bir adımda yeniden karar vermeniz, yeniden tartışmanız, yeniden anlamanız gerekir. Bunu birlikte yaparsınız. O birlikteliğin “biz”i, soyut bir “biz” değildir. Birlikte hareket etmeye karar vermiş, o adımları birlikte atanların kurdukları somut bir “biz”dir. Kolektif eylemin katılımcıları olmanın, yani “birlikte olma” halinin taşıyıcısı bir “biz”dir.
Bell Hooks’un sözleriyle bitirmek isterim:
“Kimsenin kimseye hükmetmediği bir dünyada yaşadığımızı düşünün. Kadınlarla erkeklerin birbirine benzemediği ve hatta daima eşit de olmadığı; ama ilişkilerimizi şekillendiren yaşam felsefesinin karşılıklılık esası üzerine inşa edildiği bir dünyada yaşadığımızı düşünün. Her birimizin kendimiz olabildiğimiz bir dünyada, barış ve olanaklar dünyasında. (…) Yaklaşın. Feminizmin yaşamınıza, hepimizin yaşamına nasıl dokunup bu yaşamları nasıl değiştirebileceğini görün. Yaklaşın ve feminist hareketin derdinin ne olduğunu kendi gözlerinizle görün. Yaklaşın, şunu göreceksiniz: Feminizm herkes içindir.”
Okuduğumda da bu yazıyı yazarken de zihnimi açan şu metinlere siz de bakmak isteyebilirsiniz:
https://www.catlakzemin.com/feminist-ozne-mumkun-mu/
https://feministlik.wordpress.com/2015/10/29/feminizmin-oznesi-kimdir/