Bir süredir muhalefet, bütün ayrı kollarıyla, iktidarın ülkeyi yönetemediğini söylüyor; örneğin, “yönetemiyor, savruluyor” ibaresini sık sık kullanıyor. “Muhalefettir, söyler,” deyip geçecek bir durum da değil. Gerçekten, görünen bu. Her şey bir tuhaf. İktidar açısından söylenenle yapılan arasında uçurumlar var (bunu daha çok AKP cenahı için söylüyorum; Bahçeli açısından pek böyle bir durum yok.)
Örneğin şu günlerde Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği’ne, “bütün ikiyüzlü davranışlarına rağmen” katılma “kararlılığımız”ın devam ettiğini söyledi. Oraya katılmak için demokrasi alanında belirli bir nitelik ve tutarlılık sahibi olmak gerektiğini bilmeyen yoktur herhalde. Bu nitelik ve tutarlılığın Osman Kavala ya da Selahattin Demirtaş’ın (tabii Kışanak, Mızraklı ve daha niceleriyle devam eden upuzun bir liste sözkonusu) hapiste oluşlarıyla bağdaşmayacağını da bir bakışta anlamak mümkün. Katılma kararlılığımızı sürdürdüğümüz Avrupa Birliği bu konularda görüşünü de bildirmiş ve yapmamızı talep etiği şey zaten bizim anayasamızda yazılı. Bu durumda şu ikiyüzlü Avrupa’ya kaç yüzlü bir önermede bulunmuş oluyoruz.
Görece yeni girdiğimiz aşamada mafya-siyaset ilişkileri bir kere daha gündemin üst sıralarına tırmandı. Belli ki daha da tırmanacak. İktidar müttefiki, bu çetelerin en güçlüsü olduğu söylenenin “reisi” ile sarmaş dolaş; öbür reis suç örnekleri sayıp döküyor (kısa süre önce Erdoğan’a bağlılık bildiriyor, kan banyosu filan yapıyordu).
Bir de bunlara cevap veren devlet kurumları ve İçişleri Bakanlığı var. “Rezillik” derler ya, işte o.
AKP 2002’de seçim kazandı ve iktidar oldu. O zamandan beri de iktidarda — önce uzun zaman tek başına, bir süredir MHP ile ittifak halinde. Bu, Türkiye’de görmediğimiz bir “iktidar olma” süresi. Bunun epeyce bir kısmında, bana sorarsanız 2013’e, yani Gezi direnişine kadar, “normal” sayılacak bir iktidar performansı gösterdi. O yıllardaki birçok davranışı, kararı ve uygulaması eleştirilebilir. Ama sağ bir iktidarın (ideolojisinde dinin önemli bir yer tuttuğu bir sağ iktidarın) tahmin edilebilir sınırları içinde kalan işler yapıyordu. Daha 2002 seçimi olmadan AKP’ye ve o ideolojiden ögeler taşıyan herkese şiddetle karşı olanlar vardı, ama onların bu tavrı hep vardı, “AKP” adı telaffuz edilmeden önce de vardı, yani AKP’nin yaptığı değil, yapacağını bekledikleri şeylere göre biçimlenmişti. Onlar şimdi, “Nasıl haklıymışız? Gördünüz mü?” diyenler. Ancak onlar bile, baştaki AKP ile şimdiki AKP arasında çok önemli farklar olduğunu kabul edeceklerdir. Bu değişimi “takiye” ile açıklayabilirler, haklı da olabilirler. Tayyip Erdoğan şimdi durmadan söylediği sözleri herhalde 2013’ten başlayarak düşünmedi.
Ben aslında 2013’ü de değil, “Van minüt” olayını asıl başlangıç olarak görüyorum.
İktidarının başında, henüz her şeyi herkesten iyi bildiğine inanan bir Tayyip Erdoğan yoktu.
Hani, Ortadoğu’da “idol”leşmesine yol açan “Van Minüt” daha gerçekleşmemişti, Partisinde bir şeyleri iyi bilen ve koşullara uygun politika yürütebilecek bireyler vardı. Böylece Tayyip Erdoğan seçim üstüne seçim kazandı. Kendine güveni arttıkça başkalarına duyduğu güven azaldı. Eleştiriye, itiraza sabrı, hoşgörüsü zaten epey eğreti duruyordu; bunlar erozyona uğradı. Böyle böyle çevresi değişti ve daraldı. Belirli bir kamuflaja uydurmanın gerekli olduğunu düşündüğü uygulamalarda ”perva” denen şeyden uzaklaştıkça uzaklaştı. Bunların olduğu, devam ettiği bir zamanda ise malum “Haziran seçimi” oldu ve ayağının altında yerin sallandığını hissetti. Bu sefer bütün bu güvenin, iç ve dış politikada (psikolojikman durdurulamaz hale gelen) afra tafra tavrının yanında iktidar kaybetme ihtimalinin kaygısı da eklendi. Bayağı denge bozucu bir karışım bu.
AKP 2002’de seçimi kazanıp iktidara geldiğinde Türkiye’de yarattığı çeşitli hoşnutsuzluklara rağmen kendine göre gelenekler, teamüller kurmuş bir devlet yapısı ve onun memurları vardı. “Şu şöyle yapılır, bu böyle yapılır” gibi deneyimleri vardı bunların. İslamcı bir sızma hareketi başlamıştı. Ama “sızma” dediğimiz olayda, “sızan”, kendini yeterince güçlü hissedinceye kadar, sızdığı yapının iklimine uymaya çalışır. Bu Gülenci kadrolar da böyle hareket etmişlerdi. Yani onlar da aynı geleneğin girdisini çıktısını biliyorlardı. Bunlar, erken dönemlerde, şimdiki keyfiliği frenleyen etkenlerdi. Ama Erdoğan’ın hızla kadrolaşma zamanı da gelmişti. Böylece bütün, özellikle önemli “mevkiler”, kendileri için her şeyin mübah olduğuna inanan kadrolarca dolduruldu. Bugün memleketin her tarafından yükselen “Böyle de olmaz ki!” feryatları bununla ilgili ve gittikçe artacak.
Bu memleketin “içi”… Dışında bakalım neler göreceğiz. “Dış politika” dediğimiz alan savaş meydanına döndü. Burada da Tayyip Erdoğan kendi başlattığı süreçlerin bugün vardığı aşamalarıyla başa çıkacak bilgiden, “diplomatik takt” denen şeyden yoksun. İşte Mısır komedyası! Ama tabii en ciddi sınav Amerika ile verilecek olan.
Yani AKP böyle böyle ülkeyi yönetemez hale geldi. Tabii polisle, jandarmayla, bekçiyle, gestapoyla yönetebilir, onun için bir şey söylemiyorum—ve gün geçtikçe o tarafa yöneldiğini de görüyorum. Bildik “polis görevi” yapan bir polis değil elindeki polis kuvveti. AKP’nin “Siz polis olarak parti görevi yapacaksınız” emrini verdiği ve buna göre eğittiği bir kuvvetten söz ediyoruz. Durmadan çalışan ve “ceza üreten” mahkemeler de aynı görev bilinciyle hareket ediyor. Türkiye “göstermelik” denecek bir demokrasiyi bile geride bırakmış durumda.
Bunlar, sonuç olarak Tayyip Erdoğan’ın “tek adam” yönetiminin sonuçları. Seksen küsur milyonluk bir toplumun bulunduğu yerden kalkıp buralara gelmesi bir “tek adam” etkeniyle açıklanabilir mi? Tayyip Erdoğan’ın partisiyle ilişkisine bakınca, evet, olabilir. Yakın zamana kadar “yarı-illegal” gibi görülen bir parti bu. Tarih belli. Erdoğan’ın önderliğinde iktidara geliyor. Sonra birtakım badireler: en ciddisi kapatma davası. Bu düşmanlarının ona hazırladığı kapan. Derken Zarrab ve rüşvet olayı, yani kendi yaptıklarının sonucu. Bu ikinci olaydan inanılmaz bir pişkinlikle sıyrılma başarısı! Bu olaylar ve başkaları AKP’lilere Erdoğan’ı bir sihirbaz gibi gösteriyor. “İktidarı o bize sağlar” diyorlar. Genellikle sağın ve bunun içinde görece “nev-zuhur” sayılacak AKP tabanının iktidara nasıl tapındığı da gözden kaçacak bir şey değil.
Çiğnenmiş, yok edilmiş bir demokrasi, demokrasiden öte, bir “devlet davranışı” üslup birikimi. Ne yaptığını pek bilemeyen bir iktidar (ki bilmiyor; hani çıkardıkları KHK’ları düzeltmek için çıkarttıkları KHK’lar hikâyesi yeterli). İktidarın iktidar olarak kalmak için yapabileceği her şeyi yapacağından uzun boylu şüphemiz yok. Ama bu yapabileceklerinin neler olduğunu sanırım kendileri de bilmiyorlar. Onlar bilmeyince bizim gibilerinin de olabilecekleri tahmin etme yeteneğimiz daralıyor.