"Nasipse Adayız": Sinema ve Psikanaliz (II)
Erdoğan Özmen

Sinemanın esasen bilinçdışı ile ilgili olduğundan söz ediyorduk. Belki de bir filmi izlerken yaşadığımız deneyim, başkalarının bakışından kurtulmuş ve etkin biçimde seyreden ve kaydeden bir özne konumuna yerleşmiş olmakla ilgilidir. Demek sinema deneyiminin hazzı, gerçek hayatlarımızda katlanmak zorunda kaldığımız yokluk/eksiklik duygusunu belli bir süreliğine telafi eden bir niteliğe sahip oluşundadır belki de.

Belki de korku ya da arzularımızı sahneleyen ve tetikleyen söz konusu hikayeyi güvenli bir mesafeden izliyor olmanın hazzı ve heyecanıdır bizi koltuklarımıza gömen şey. Hikayede yer alan bütün unsurların, dehşet ya da arzumuzu uyandıran tüm karakter ve olayların hem bize ait hem de bizim tümüyle dışımızda oluşundadır sinemanın sırrı. Böylece eksiksiz bir hakimiyet ve kontrol hissi yaratıp, bunu vaat etmesinde belki de. Sinemanın temsil ettiği, sinema deneyiminde ete kemiğe bürünen şey, en temelde insanın bölünmüşlüğüdür belki de. Demek sinema deneyiminde gündeme gelen şey, şu kadim iç dünya/dış dünya meselesidir. Nitekim ruhsal gerçeklikle dış gerçeklik, ben-olan, ben’e ait  olanla, ben-olmayan, ben’in dışı arasındaki sınır ve fark meselesi psikanalizin de merkezi meselesidir ve oldukça karmaşık ve çok boyutludur. Çünkü psikanalist D. W. Winnicott’ın söylediği gibi; “Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanmaz, hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir..”

Winnicott’ın “bu gerilimden kurtulma imkanını sağlayan” şey olarak düşündüğü ve bebeğin anneden tedricen farklılaşması/ayrışması bağlamına yerleştirdiği “geçiş fenomeni ve geçiş nesneleri” tam olarak o sınıra işaret etmek için tasarlanmıştır. Benliğin dışındaki, benlikten ayrı bir nesnenin -tüylü bir oyuncak, bir battaniye ucu vb.- bebek tarafından ilk aylarda ilk kez keşfedilmesi anneden ayrışma/farklılaşma sürecinde kritik bir öneme sahiptir. Bütünüyle öznel bir biçimde tasavvur edilen bir nesne olarak anneye mutlak bir bağımlılıktan göreceli bir bağımsızlığa doğru bir geçiştir bu. Saf öznellikten virtüel bir nesnelliğe geçiş. Bu geçişi mümkün kılan söz konusu nesne hem içeride hem dışarıdadır, hem ben-olmayanı temsil eder hem benliğin bir parçasıdır. Tümgüçlü  kontrolün ötesindedir ve çocuğun keşfettiği bir nesne statüsüne sahiptir. Böylece iç ve dış dünya arasında bir köprü oluşturarak, yaygın biçimde birbirlerini dışlayıcı seçenekler/durumlar olarak kavranan bir dizi ikiliği tek bir süreç halinde bir araya getirir: Anneyle bir olmak ve ayrılık, öznellik ve nesnellik, icat ya da keşif, bir süreklilik boyunca yerleşen kendiliklerdir.

Sadece yaşamın ilk zamanlarına özgü ve sınırlı bir fenomenden değil genel olarak egonun/benin kuruluşundan söz ediyoruz aslında. Ego, belli başlı içeriklerini dış dünyadan, Öteki'nden, Öteki'nin konuşmalarından edinen boş bir çerçeve olarak başlar dünyadaki  serüvenine. Kendi başlangıcı olmayan bir varlık olarak. Başlangıçtaki o deliği/boşluğu aralıksız bir çabayla hikayelerle doldurmaya çalışmamız bundandır. İnsan varlığının bir hikaye olması, insanın bir anlatı gerçekliği içinde yaşaması bundan. Bu yüzden “Bilinçdışı Öteki'nin söylemidir.” İçimize ait olan herşey, varlığımızın en mahrem parçası aynı zamanda dışsal bir niteliğe sahiptir. Haz ya da acı yargısı ve deneyiminin (haz verici olanı içe alır, acı verici olanı dışa atar, bastırırız) varoluş yargısı ve deneyiminin öncesinde yer alması bu yüzdendir. Sınır/sınırda bir varlıktır insan. 

Sinemada ete kemiğe bürünerek bizi etkileyen şey, varlığımızın bu esasına ilişkindir belki de. Benliğimizin en derin, en mahrem merkezi nasıl göründüğümüzün temsillerinden ibaret olduğu ölçüde, hikaye ederek ve dinleyerek oluyor, çözülüyor, yeniden inşa ediyoruz kendimizi.  

O esasa ilişkin korunaklı bir yerden gözlem, tefekkür ve sığınak imkanı sağlamasındadır sinemanın büyüsü, belki de.