AKP-MHP iktidarının düşüş süreci hızlanarak devam ediyor. Bu gidişle –az ihtimalle de olsa– 2023 Haziran’ına kadar dayanabilse bile; yapılacak az çok “normal” bir seçimi kazanma ihtimali –neredeyse kesinlikle– olmayacak görünüyor. “Millet ittifakı” partilerinin stratejilerini seçim kapısını açık tutmaya odaklamalarının ana nedeni bu. Öte yandan kamuoyunun hayli geniş bir kesiminde AKP-MHP’nin iktidarı terk etmemek için iç savaş çıkarmaktan bile çekinmeyeceği endişesi canlılığını koruyor.
Bu endişe elbette temelsiz, kanıtsız değil. 2015 Haziran’ında tek başına iktidar imkânını kaybeden AKP’nin seçimi yeniletmek ve kazanabilmek için yarattığı ortam hatırlandığında şimdi daha da zor durumda olan AKP’nin hele bir de ortağı MHP ise nelere tevessül edebileceği ihtimali şüphesiz hafife alınamaz. Ancak bu ihtimale kilitlenmek de asla çıkar yol değil.
Çünkü her şeyden önce karşı karşıya olunan sorun bir iç savaş tehlikesine bile indirgenemeyecek denli ağır, kapsamlı ve derinlikli bir sorun. Yani AKP-MHP seçimle iktidarı kaybetme riskini göze alsa dahi öyle görünüyor ki geride bırakacakları Türkiye herhangi bir hükümet programıyla değil ancak ve sadece –yeniden-kurucu– bir toplumsal seferberlikle kendini toparlayabilecek bir Türkiye olacaktır. Eğer “güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmek” veya “yoksulluğu ve yolsuzluğu önlemek” gibi şekli ve popülist vaatler temelinde muhalefet eden partiler bu halleriyle iş başına gelebilseler dahi; bir kurucu toplumsal seferberlik buna eşlik etmezse felakete gidiyoruz demektir. Çünkü AKP-MHP iktidarı, özellikle şu son birkaç yıldır “yerlilik ve millilik” adına yürüttüğü icraatla Türkiye’nin uygar bir devlet ve toplum olma niteliğinin zaten az gelişmiş temellerini kararlı biçimde tahrip ederek bu ülkeyi bir devlet ve toplum enkazı haline getirmişlerdir. Böylelikle adeta omurgası iş göremez hale getirilmiş, neredeyse sürünmeye mahkûm edilmiş olan Türkiye’nin, zamanımızın her yönden gelen fırtınalarına karşı ayağa kalkarak ileriye yürüyebilmesi asla mümkün olamayacaktır.
Özetle, bir beka/varoluş sorunu ile karşı karşıyayız. AKP-MHP’nin yüzyıllar öncesinin, arkaik devlet/tebaa ilişkisinden esinlenen, bunu yeniden kurmaya niyetli “beka sorunu”ndan kökeni itibariyle tamamen farklı bir sorundan bahsettiğimizi belirtelim öncelikle. Devleti değil, toplumu, insanları konu alan, onları özne sayan ve uygarlaşmanın, insani-toplumsal gelişmenin/olgunlaşmanın edinimlerini yaygınlaştırmanın önündeki ciddi engelleri kaldırma, aşma bilincini yükseltmeye odaklanan ve dolayısıyla sadece bu bilincin tarif edeceği bir beka sorunudur sözünü ettiğimiz. AKP-MHP’nin yerli veya milliliğini eksik ya da arızalı saydığı tebaasına zulüm ve aşağılamayı meşru sayan, itaatkâr kullarına keyfince ihsanlar dağıtan bir devletin bu haliyle gücünü ve etki alanını koruması ve genişletmesine odaklı beka sorununun tam aksine bir yaklaşımla ortaya konulacak bu beka/varoluş sorunsalı, her şeyden önce bu ülke insanlarının iğdiş edilmiş iyicil özelliklerine, ketlenmiş yapıcı-yaratıcı niteliklerine, ezilmiş özgüvenlerine bir silkinme çağrısı olabilmelidir.
Sağcı yaklaşımların önemsediği farz edilen o efsunlu “devlet haysiyeti” kavramının en sığ anlamıyla bile ilgisi kurulamaz bir pişkinlikle art arda ortaya saçılan rezaletleri yokmuş gibi davranarak gündemden uzaklaştırmaya çabalama derekesine düşmüş bir AKP-MHP iktidarı, varoluş nedeni, hedefi “hükümet olmak” ile sınırlı olan muhalefet partilerinin işini fazlasıyla kolaylaştırıyor görünebilir. Nitekim bu yüzden resmî muhalefet, “Millet ittifakı” partileri devlet ve toplum yapısının uğramış olduğu tahribatın vahametini vurgulama “zahmeti”ne girmeden, ülkenin temel ve kronikleşmiş sorunlarına dair yeni bir çözüm perspektifi ilan etme ihtiyacı duymadan mevcut iktidarın çökme ve çürüyüş sürecinin kendilerine oy artışı olarak dönmesini beklemekle yetinebiliyorlar. Ancak, ihmal ettikleri, büyük ihtimalle de kavrayamadıkları nokta iktidar blokundaki bu çöküş ve çürüyüşün derece derece tüm toplumsal-siyasal “bünye”ye de yayılmakta oluşudur.
Kanıksama ve tepki eşiğimizin düştüğü düzey bu yaygınlığın kapsam ve derinliğini çarpıcı biçimde gösterir. Örneğin iki ay önce toplumca haberdar edildik ki; hakkında yolsuzluğa, irtikaba teşne olduğuna dair resmi rapor tanzim edilmiş bir “bayan” o raporu veren bakanlığın başına getirmekle bile yetinilmemiş, o makamda iken yaptığı yolsuzluklar ayyuka çıkınca sadece kızağa çekilip bırakılmış. Paçavra değerinde bir devlet olma haysiyetinin bile kaldıramayacağı bu duruma “sizi ilgilendirmez” dercesine bir küstahlıkla izin veren bu iktidara destek kitlesinden “bari bunu yapmayın” diyen bir tepki gelmediği gibi, muhalefet partileri de arada bir değinmenin ötesinde peşine düşmediler konunun. Özsaygısını yitirmemiş herhangi bir ülkede hükümetin toptan istifa ettirilmesine kadar gidebilecek bu rezaletin bu ülkede vukuatı adiyeden sayılır hale gelmiş olması ürpertici değil midir?
AKP-MHP ittifakının başlıca sorumlusu oldukları bu çökme ve çürüyüş halinin sıklaşan dışavurumları karşısında daha önceleri yapabildiği gibi mugalatayla veya şiddetle takviye edilmiş bir karşı saldırı başlatmayı değil, suskunluğu, “önemli değil”miş gibi davranmayı tercih etmesi sadece o türden karşı saldırı cephaneliğini tepe tepe harcamış olmaktan dolayı zayıflamasının işareti değildir. Sanırız bundan daha etkin factor bizatihi toptan/yapısal çürüyüş hallerinin başat bir özelliğidir. Çöküş ve çürüyüş tüm bünyeyi kapsadığında karşılaşılan sorun bir veya birkaç unsurun kurban edilmesiyle savuşturulamaz olduğu gibi, her unsur da kendisiyle birlikte başkalarını da “yakabilecek” kozları yedekleyerek savunma pozisyonu almaya yönelir. Sedet Peker’in zengin arşivi, Süleyman Soylu’nun bizzat kendi parti ve hükümetinin mensuplarına dair ima ve itham dokundurmaları bu yüzdendir. Adı geçenlerin –elbette saygı ve bağlılık ifadeleriyle– Recep Tayyip Erdoğan’ın ismini zikretmeleri aslında “beni harcarsan seni de…” mesajıdır. Çöküş ve çürümenin bu noktasına gelindiği içindir ki Bay Erdoğan özellikle “pek çok mahrem bilgi”ye –ve herhalde belgesine de– sahip olduğuyla alenen övünen Süleyman Soylu’yu sırf parti ve hükümetten dışlamakla yetinemez. “Beraber yürünen” o yollarda beraber ıslanmaktan başka yol kalmamıştır.
Şu da biliniyor olmalıdır ki; şu anda elde tutulan iktidar şemsiyesi art arda gelen rezaletler fırtınasından ıslanmamayı biraz olsun sağlıyor olabilir; ama bu şemsiye kaybedildiğinde vaktiyle onun altında iri gövdesiyle duran AKP’nin belki bir iki yıla bile varmadan dağılıp gittiğini, yani devleti ve toplumu enkaz halinin eşiğinden geçirmiş partinin ilk önce kendisini tamamen enkaz haline getirdiğini de kesinlikle göreceğiz. Böylece tek tutkalı iktidar nimetleri olan bu parti de öncelleri olan DP, AP, ANAP ve DYP’ye rakiplerinin bile asla yüklemediği ağırlıktaki kötücül sıfatlara müstahak bir sicille büyük sağ partiler mezarlığına yollanmış olacaktır.
Ama ne yazık ki tek başına bu sonuç bu ülke ve toplumun neredeyse yüz elli yıldır kaderine hükmeden sığ, derme çatma modernleşme sorunsalının mahkûm ettiği fasit daireden nihayet kurtulmasına yetmeyecek. Her ne kadar o fasit dairenin bir kutbunu oluşturan “CHP zihniyeti”ni diğerleri gibi mezarlığa göndermemiş bu toplum bununla birlikte ona karşı “alerji”sini tekrar iktidara getirmeyerek gösteriyor ise de; fasit dairemizin öteki ucundaki “merkez-sağ” partilere eğilimini tekrarlayıp durageldi ve onların temsil ettiği ideolojiler bulamacına, zihniyet yapısına bir alerji de geliştiremedi. AKP’nin –MHP ile birlikte– kendilerini ve ülkeyi çürüyüşün tiksindirici koku ve görüntüleriyle dolu bir enkaza dönüştürmüş olmaları, onların temsil ettiği zihniyet karmasına ve bileşenlerine karşı bir alerjiyi de nihayet yaratabilmiş midir? Gayet dikkatle izlemeliyiz; çünkü bu ülke ve toplumu sürüklendiği badireden çıkarmak icin mutlak ihtiyacımız olan kurucu iradenin, seferberlik şevkinin esası değilse bile itici gücü, dinamiği o alerji olacaktır, olmalıdır.
Bu yazı basılı Birikim’in Temmuz-Ağustos sayısı için yazılmıştır.