AKP iktidarının başından beri oldukça sık bir şekilde değindiğim konu bu yazının da başlığı. Cumhuriyet kuruldu kurulalı, Türkiye’de belirleyici güç Cumhuriyet’i kuran kesimin elinde toplandı. Atatürk’ün sağlığında, onun hazzetmediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da, kendi eliyle, hem de bayağı çaba harcayarak kurduğu Serbest Fırka da kapatıldı ya da (ikinci örnekte) kendini kapatma kararı aldı. Tek-parti rejiminin İnönülü yıllarında da partiler (“sol”) kapatıldı.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti, ebediyen bir tek-parti toplumu olmak üzere kurulmamıştı. Modeli, Nazi Almanyası ya da Mussolini İtalyası olmadığı gibi, bir Komünist Parti patriyarkisi de değildi. Aslında Batı’nın liberal demokrasilerine ulaşmayı hedefliyordu ama yönetici seçkinler toplumun böyle yaşamayı başaracak siyasi olgunluk düzeyine henüz erişmediğini düşünüyor ve çok zaman, uzun vadede “ideal” saydıkları “liberal demokrasi” yönetim biçimine hiç uygun düşmeyen yöntemlere başvuruyorlardı (değindiğim “parti kapatma örneklerinde görüldüğü gibi). Bu yönetimin çelişkisi buradaydı ve zaman geçtikçe bu çelişki daha “göz çıkarır” hale geldi.
Bunda “çok-partili” rejime geçmenin önemli bir payı oldu. Uluslararası konjonktürün de zorlamasıyla bu rejime geçildi. Ancak bu “kağıt üstünde” bir geçişti. Bunu erken bulan ve aynı zamanda seçimi (ve iktidarı) bırakma tehlikesini gören hatırı sayılır bir kesim vardı. 1946 seçimi bunun “kağıt üstünde” mi, “buz üstünde” mi, “bıçak üstünde” mi bir karar olduğunu gösterir. Ama İnönü, 1950’de, verdiği sözün gereğini yerine getirdi. Zaman geçtikçe “çelişki” daha “göz çıkarır” hale geldi, diyorum. Çünkü bu yeni koşullarda “asıl iktidarı” elden hiç bırakmamış güçlerin gidişata ayar vermesi “darbe” gibi yöntemler gerektirir hale gelmişti. 27 Mayıs kapıyı açtı ve bu yeni “ikili iktidar” dönemine girdik.
“Tek-partili” rejimle özdeşleşmiş siyasi parti popüler değildi. 1954 seçiminde kayıp hezimete dönüştü. Bundan sonra, kendini gitgide “tek-parti” pervasızlığına kaptıran DP hükümeti oy kaybetmeye başladı—bu, 1957’de görüldü. Ama 27 Mayıs olmasa CHP’nin oyunu artırarak iktidara gelip gelemeyeceği kesin bir cevabı olmayan bir tartışma konusu.
27 Mayıs, seçim kazanarak hükümet olmanın “iktidar” olmaya yetmediğini gösterdi. Sonraki darbeler de bunu perçinledi. Bunun için “ikili iktidar” diyorum. “Parlamenter düzen” diye bir şey var: bir parti oy çokluğunu kazanarak “hükümet oluyor. Yaklaşık on yıl sonra Silahlı Kuvvetler gidişe müdahale edip iktidarın kendi elinde olduğunu gösteriyor. O partiye oy vermiş kesim içinde elbette buna derinden içerleyenler var; ama uzun boylu sesleri çıkmıyor. Sevinenler de var tabii. Dolayısıyla bu toplumda askeri darbenin de bir meşruiyeti olduğunu düşündürecek bir manzara çıkıyor.
Ama bir ilginç etken var. Darbe yapanlar, “darbe yaptık” derken, ikinci cümle, “İşleri düzeltip seçime gideceğiz” sözünü de ekliyorlar. Bu, parlamenter düzenin yavaş yavaş da olsa, kendi meşruiyetini kabul ettiğini gösteriyor.
Böyle olması 1950’yi “karşı-devrim” sayanların, “seçim için erkendi” diyenlerin, oy verme hakkının diplomaya göre belirlenmesini önerenlerin olmadığı anlamına gelmiyor. Hepsi var. Yani “halk” cahil, seçimi de yanlış.
28 Şubat klasik bir darbe de olmadı. Bu da bir gevşeme olarak alınabilir. Ardından AKP’nin birinci parti olarak seçimi kazanması da kuruluştan kalma Jakoben kadronun moralini iyice bozmuş olmalı. AKP’nin erken yılları Hilmi Özkök gibi darbecilikle başı hoş olmayan bir Genelkurmay Başkanı’na denk geldi ve sonuçta AKP yönetiminde yaşamanın bu aşamasına geldik.
Gelirken, klasik Türk sağı etkisini kaybediyordu. “Türk solu” diye bilinen kesim de hiçbir zaman kitleselleşememişti (“Sol” olduğu ise —birkaç geçici dönem dışında— bence hiç sözkonusu olmamıştı). AKP içinden doğduğu “Milli Görüş” çizgisinin tarihi boyunca erişemediği bir oy oranını kazanarak hükümet oldu ve bunu da arkasına almayı başararak çeşitli saldırılara karşı kendini koruyabildi. 2002’de başlayan serüven devam ediyor; bunca oy kaybından sonra da birinci parti.
Bu seçim başarısı AKP’nin ciddi bir şekilde kendine güvenmesine yol açtı. Seçim, kimin hükümet kurabileceğinin belirlendiği bir sınav, bir yöntemden çok, iktidarın yapmaya karar verdiği şeyleri topluma onaylatmasının aracı haline geldi ya da öyle göründü. Yani bir “plebisit” niteliği edindi. Böylece Türkiye kurucularının Jakoben-otoriter düzeninde AKP’nin plebisiter diktatörlük düzenine geçiş yaptı. Haziran seçiminde bir sendeleme dışında bu durum süregeldi. Ama son yerel seçimlerde bir şeylerin değişmekte olduğunu gözlemledik. “Plebisiter” mahiyet alan olay yeniden “seçimleşme”ye başladı.
Bu yazıda bunun nedenlerini kurcalamaya niyetim yok. Yalnız şunu söylemeliyim: AKP’nin seçim başarılarında olduğu gibi şimdi bir “yaprak dökümü” mevsimine girmesinde de Tayyip Erdoğan birinci derecede etkili.
Jakoben kurucular hemen hemen her şeye hakimdiler, ama ideolojiye hakim değillerdi. Dolayısıyla, belirli koşullar altında “Buyurun, seçin” dedikleri kesimin doğru seçim yapacağından hiç emin değillerdi ve sonuçlar kuşkulanmakta haklı olduklarını gösterdi. “Topluma güvenmemek”, onlarda, “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesine daha fazla yaslanma ihtiyacı yarattı: “demokrasinin olmazsa olmazıdır” falan dedikleri için değil (zaten demediler); kendilerini korumak için. AKP’nin genel olarak, ama Tayyip Erdoğan’ın “özellikle özel” olarak siyaset anlayışında ise böyle bir ilke gerekli filan değil, bir fesat kaynağıydı. Dolayısıyla yerini sağlamlaştırdıkça, gücünü öncelikle yönlendirdiği nokta burası oldu.
Tayyip Erdoğan’ın Kanuni Sultan Süleyman ya da Yavuz Sultan Selim’den bu yana siyasette yönetim nasıl bir yöntemle ilerler sorusuna kafa yorduğu kanısında değilim. XIV. Louis’yi birileri ona söylemiş gibi görünüyor. Bunu da bilumum AB müktesebatından daha değerli bulduğu belli. “Yöneten”, tanımı gereği, iradesine set çekilmemesi gereken kişidir. “Üç erk”, “dört erk”, kaç tane “erk” varsa, “yöneten”in emrinde olmalıdır. Adında “danışma” lafı geçen kurullar aslında danışmak için değildir. “Yöneten” düşünüp karar verdiklerini yerine getirmeleri için onlara emir verir. Asıl işlevleri budur.
Sözkonusu olan Tayyip Erdoğan bile olsa, “Bütün bu yetkileri tanıdığımız kişinin bunları doğru kullanacağının teminatı var mıdır?” sorusuna vereceği bir cevap olmalıdır. Erdoğan’ın cevabı ne olabilir? “Bunların hepsinin genel cevabı Kur’an-ı Kerim’de vardır.” Cevap bu.
O halde yapılması gereken seçim, bunları en iyi (ve en “müminane") yapacak kişiyi bulup seçmektir. Bundan sonrası artık onun buyurduklarını gereği gibi yerine getirmekten ibarettir.
Cumhurbaşkanı’nın siyaset felsefesinin bundan pek fazla “sofistike” olduğunu sanmıyorum. Tabii, yaşanan dönemin daha somut sorunlarını da gözden geçirmiş, kararlarını vermiştir: “hayatta en hakiki mürşit inşaattır” filan gibi. Kur’an’da “faiz haramdır” diyorsa bunun da gereğini yapmak gerekir v.b.
Ancak “her şeyi bilen” bu önderin otoritesi ve inandırıcılığı, “her şey”in aldığı şekle bakınca, o kadar güven verici olmaktan çıkıyor. Onun için, seçimin plebisit karakterinin artık değişmeye başladığını gözlemliyorum. Umarım doğru gözlemliyorumdur.