Şükür ki böyleyiz biz, diye düşünmeliyiz belki de. Varoluşumuzun problemleri, hayatlarımız, varlığımız hem çok karmaşık ve ele avuca gelmez nitelikte hem de çok sıradan ve yüzeysel. Varlığımıza ilişkin herşey hem en derinde hem de hemen oracıkta, avuçlarımızın içinde. En mahrem sandığımız özelliklerin hemen derimizin altında, tam burnumuzun ucunda belirivermesine şükretmeliyiz belki de.
Farklı insanlık hallerimizi anlamak istiyoruz. Korkularımızı, kaygılarımızı, arzularımızı, kızgınlıklarımızı. Hiçbir canlının katlanamayacağı bir nefretle nasıl gerilebildiğimizi bazen. Gerçekte nasıl olağanüstü bir sevme kapasitesine sahip olduğumuzu. İkiyüzlü ahlakçılığımızı, sefih azgınlıklarımızı. Bazen utancın varlığımızı neredeyse silen şiddetini, bazen de geride hiçbir iç bırakmayan utanç kaybını..
Şu yeryüzü sofrasına rengarenk farklılıklarıyla sere serpe, sokakları çınlata çınlata dolup taşan neşe ve sevinç kalplerimizde, yan yana ve kocaman bir aile olarak neden oturamadığımızı bir türlü..
Tüm bunların aynı zamanda içimizden kaynaklanan sebeplerini anlamak istiyoruz. Başımıza gelen her şeyin bir anlamı olsun, hayatlarımız bir anlama, bütünlüğe, tutarlılığa kavuşsun istiyoruz. Kendimize bütünüyle hakim olabilmeyi umuyoruz. Başından beri biliyoruz ama diğer yandan da, aslolan bu arayışın, bu yolculuğun ta kendisidir.
Bilinçdışının yalnızca içsel bir ruhsal sistem değil aynı zamanda öznellikler-arası bir yapı, yani dışarısı/dışarıdan olması ona ulaşmanın yönteminin niçin serbest çağrışım (zihnimizde öylesine bir akış halinde olan düşünceler, imgeler, sahneler) olduğunu da açıklayan ilke değil midir?
***
Demek bugünkü acılarımızı, açmazlarımızı, engellenmelerimizi, yoksunluklarımızı anlamlandırmak için bakıyoruz geçmişe. Ama öte yandan da, o geçmiş bizim şimdiki bakışımız sayesinde, şimdiden geçmişe doğru oluşturduğumuz anlamlandırıcı çerçeveler sayesinde varoluyor, mütemadiyen geri dönüşlü biçimde inşa ediliyor. İnsanın hikayesinde düz bir gelişim çizgisinin, çizgisel bir mantığın geçerli olmaması demektir bu. Ruhsal ıstırap/semptomlar anlamları geçmişin derinliklerinden bulup çıkartılacak, keşfedilecek işaretler olarak değil, geri dönüşlü biçimde inşa edilen, deyim yerindeyse icat edilen izler olarak kavranmalıdır demek ki.
Yalnız kalmaktan korkan, böylece annesine sıkıca yapışan, onun uzaklaşmasına ve diğer meşguliyetlerine asla müsaade etmeyen bir çocuğu düşünelim. Belki de çocuk için söz konusu fobi, bizzat annesinin kaybetme arzusu olarak algıladığı/anlamlandırdığı şeye karşı kendini korumanın bir yolu ve biçimidir. Çünkü anne, çocuğa aşırı biçimde bağlanarak dile getirdiği söz konusu arzusunun yardımıyla, demek kaybı arzulayarak çoktan gerçekleşmiş olan bir şeyi engellemeye çalışıyordur. Çocuğun memeden ayrılmasıyla gerçekleşen ayrılık, annenin o zamana değin hiç işlenmemiş ve müzakere edilmemiş kendi ayrılık ve ortakyaşam (symbiosis) sorunlarıyla doğrudan kısa devre halindedir ve onları yeniden sahnelemektedir. Demek belki de çocuk, anne için bir geçiş nesnesinin yerini doldurmaktadır. Bir de şu demek ki: Bastırma ve bastırılanın geri dönüşü bir ve aynı şeydir. Bastırılmış olan daima geri döner, ama bu geri dönüş “gelecekten”dir. İnsan-özne söz konusu olduğunda, demek ki, daima gelecek bağlamında, insanın mütemadiyen kendini oluşturması/gerçekleştirmesi/yapması bağlamında söz almalıyız. Çocuklarda doğrudan görünmez, gözlenemez olan söz konusu ruhsal yapı ve kavramlar (örneğin bütün içerimleriyle geçiş nesnesi kavramı, simbiyozis vb.) demek ki yetişkinlerden hareketle yeniden inşa edilmiş kendiliklerdir.
***
İnsanın sonsuz olasılıklara açık ve en ayırt edici kapasitesinden, insanın en parıldadığı ve en kestirilemez niteliğinden, yaratıcılıktan söz ediyorduk. Bu merakla, şimdiki zamanda oluşturduğumuz ve tarif ettiğimiz yaratıcılık meseleleri ve çerçevesi için tekrar geçmişe, kökenlere bakıp, ne tür referans ve dayanak noktaları saptayabileceğimizi anlamaya çalışıyorduk.
Daha önce “yaratıcılık-sinema-psikanaliz” bağlamında Winnicott’dan hareketle şunları yazmıştım: Bebek memeyi, tam olarak kendi ihtiyaç anında bir meme yaratabildiği ölçüde algılar. Diğer yandan anne de gerçek memeyi “tam da bebeğin yaratmaya hazır olduğu yere tam gerektiği anda koyar.” Demek yaratma kapasitemiz ile dış gerçekliğin bir ve aynı şey olduğu bir evre söz konusudur. Bebeğin tasavvuru ile annenin ona sunduğu şey arasında tam bir örtüşmenin olduğu bir evre. Bunun anlamı, iç ve dış gerçeklik arasında henüz herhangi bir ayrımın yapılamadığı bu tümgüçlü yanılsama evresini kat ederek ilerleyeceğimizdir. Bunun bir diğer anlamı da, bebeğin annenin memesini çoktan kendinin bir parçası yapmış olmasıdır. Demek memeden ayrılmak, memenin kaybı, bebeğe kendinin kaybı olarak görünecektir. İlk kayıp deneyiminin böylesine, neredeyse imkansız bir zeminde gerçekleşmesi ve böylesine bir aşırılıkla işaretlenmesi nedeniyledir ki, kayıp ve ayrılık ‘hayaleti’ daima orada, her birimize musallat olmayı sürdürecektir. En uzak hikayelerimizin bile bir kayıp ve ayrılık hikayesi olması bundandır belki de, ayrılığı göze alamayışımız, kaybı bir türlü kabullenemeyişimiz.