Son birkaç seferdir Zülfü Livaneli’nin araladığı perdeden bakarak sosyalizmin bazı sorunları üstüne düşüncelerimi dile getirdim. Bu yazdıklarım Türkiye’ye özgü olgularla ilgiliydi. Bugün konuyu daha genişletmek istiyorum.
Sosyalizm kavramı Sanayi Devrimi ile dünyanın gündemine girdi. “Ütopik” olanı olsun, “bilimsel” olduğunu iddia edeni olsun, Sanayi Devrimi’nin doğrudan ürünü olan işçi sınıfını sosyalizm sorununun merkezine oturttu. Az farklı bir söyleyişle, işçi sınıfını sosyalizm mücadelesinin “özne”si konumuna yerleştirdi. Formülasyonları arasında önemli farklar var, ama işçi sınıfının merkezi konumunda değişen bir şey yok.
“Fark” dediklerimden biri işçi sınıfının toplumun saygıdeğer bir ögesi olmak üzere izlemesi gereken yolla ilgiliydi. Bunu, toplumun daha ayrıcalıklı kesimlerinin hayırseverliğine havale edenler olduğu gibi, sınıfın kendi kurtuluşunu (Marx’a göre ayrıca insanlığın kurtuluşunu) kendi gerçekleştirmesine bağlayanlar da vardı. Marx “mülksüzlerin mülksüzleştirilmesi” eyleminin gerekliliğine inanıyor, bunun yapılması için de “proletarya diktatörlüğü”nün kurulmasını şart koşuyordu.
Bunlar oldu mu? Olmadı. Ekim Devrimi gibi bir olaydan gidersek, evet, devrim oldu, ardından “diktatörlük” denecek bir rejim de kuruldu ve bir mülkiyet transferi başlattı. Ama bu, “proletarya’nın diktatörlüğü müydü, “Parti” diktatörlüğü mü? Sosyalizm adına iktidarın ele geçirildiği bir toplumda proletaryanın da kendi doğrudan diktatörlüğünü kurduğu bir örnek olsa çok daha olumlu gelişmeler mi izleyecektik? Bu olmadığı için bir şey söyleyecek durumda değiliz, ama ben öyle olacağını sanmıyorum.
Sovyetler Birliği’nde, Marx’ın “dünyayı kurtaracak” sınıf olarak beklediği proletarya politik bir varlık göstermedi. Orada bulunduğum kısa süre içinde bunun çok örneğiyle karşılaştım. Doksanlarda hikâyenin sonuna geldiğimizde de işçi sınıfından bir itiraz gözlemlemedik.
Sosyalist olmayan dünyada ne oldu? Kapitalizm sömürdü ve semirdi. Dünyayı paylaşarak yeni pazarlarla birlikte yeni kaynaklar buldu. Artan gelirden işçi sınıfını da yararlandırma yöntemini elden bırakmadı. Hali vakti yerinde Batı toplumlarında varolmasını umduğumuz devrimci işçi sınıfını göremedikçe, bizler de açıklamayı burada bulduk: emperyalist sömürü Batılı işçi sınıfını da pasifize etmeyi başarmıştı. Bu kabul de zaten devrim potansiyelinin Üçüncü Dünya’da aranmasına yol açtı.
Demek ki “devrimci” sınıf, hayat koşulları rahatlayınca, tüketim toplumu içinde kendi görece mütevazı imkânlarıyla yaşamayı tercih edebiliyordu. Aynı zamanda “yabancı işçi” düşmanı olabiliyorlardı. En sağ politikalara destek verebiliyorlardı. Toplumun, çocuğunu, karısını dövmek gibi en geri, en mide bulandırıcı gelenekleri onların arasında en yaygın şeklini alabiliyorlardı.
Bu arada yeni bir iş peydahlandı. Daha doğrusu teknoloji büyük bir atılım daha yapmayı başardı. Bilgisayar falan derken “robot” üretimine geçildi. Bazı alametler belirmişti ne zamandır. Üretimde “beyaz yakalı” katkısı “mavi yakalı” kesimi sayıca geride bırakmaya başlamıştı. Beyaz yakalı emeğin üretme sürecindeki yeri gittikçe genişliyordu. Kafa emeği giderek kol emeğinin alanlarına giriyor ve alanını genişletiyordu. Bu süreç hızlanarak devam ediyor. Edeceği belli. Sonuçları son derece kapsamlı olacak.
Biz sosyalistler kol emeğini yüceltmeye koşullanmıştık. Beyaz yakalı küçük burjuva karşısında sahici insan, kol emeğiyle hayatını kazanan ve bu arada hepimizin hayatını kuran işçiydi. Bu işçilerin, bizim özel hayatımızda genellikle fazla bir yeri yoktu. Aynı semtlerde oturmaz, sık sık karşılaşmazdık. Karşılaşınca nasıl konuşacağımızı da doğrusu çok iyi bilmezdik. Hapiste tanışıp dost olduğumuz işçilerle de, serbest kalınca, biri dışında yüz yüze gelmedik. Bu, yaşadığımız hayatın yapısı gereği böyleydi.
Ama “sınıf” deyince, bu soyutluk düzeyinde iş değişiyordu. Geleceği onlar kuracaktı. Bunun için gerekli olan fiziksel güç ellerinde miydi? Ellerindeydi.
Entelektüel birikim ellerinde miydi? Pek değildi galiba. Ama “teori” orada duruyordu, isteyen açar öğrenirdi.
Bu robotlar işi karıştırdı. Bir vakitler işçilerin yaptığı —ve yaptığı için hep birlikte gurur duyduğumuz— işleri şimdi robotlar yapacaktı. Dünya belirli bir tempoyla, “proletarya”nın olmadığı ya da iyiden iyiye marjinalize olduğu bir geleceğe yöneliyordu.
Bu iyi mi, kötü mü?
Bu soru aklıma Thatcher Britanyası’nın bir mücadelesini getiriyor: kömür madenleri. Bu madenler Britanya’da kapitalizmin kuruluşunda önemli bir rol oynadılar ama aynı zamanda maden işçilerinin arasında dayanışma kurulmasını, siyasi bilinç uyanmasını, daha birçok yeniliği getirdiler. Dolayısıyla Britanya sosyalizminde önemli bir yerleri vardır. Thatcher madenleri kapatmak üzere yola çıktığında sendikaların başında Scargill’le karşılaştı. O da, Britanya sosyalizminin yakın dönem siyasi tarihinin önemli bir aktörüdür. Scargill “Hayır,” dedi, “madenler kapanmayacak.” Çetin bir mücadele başladı ve sonunda madenler kapandı.
Maden işçiliği nasıl bir iş? Zor, kahredici bir iş ama öncelikle tehlikeli bir iş. Normal akışında giderken aklımıza bile gelmiyor. Hepimiz işimizi yapıyoruz, onlar da yapıyor. Çukurlarına, dehlizlerine girip çıkıyorlar, vagonlarını dolduruyorlar. Derken sözgelişi grizu patlıyor, şu kadar ölü! O zaman hatırlıyoruz, çelenk gönderiyoruz. Ya da “Bu işin fıtratında var” deyip geçiştiriyoruz. Madenlerin bize sağladığı şey bir başka yöntemle üretilebiliyorsa ben de madenlerin kapatılmasından yana olurum (bunun ”başka” yöntemi ayrı hikâye: muhtemelen daha yoksul bir ülkenin emekçileri çukurlara girip çıkacak).
Thatcher benim için bir “nefret nesnesi”dir. Bu hamleyi yaparken kafasında kimbilir ne karanlık hesaplar, hedefler vardı. Ama bunları bir kenara bırakıp yalnız “maden” diye baktığımda ben de kapatmaktan yanayım.
İnsanı bildiğimiz evrenin geri kalan kısmından “akıl” nedeniyle ayırdığımıza göre şimdi tartıştığımız noktada da aynı ölçülere başvurmalıyız. Bugün robotlara yaptırılan işleri insanlar yapıyordu çünkü robot mobot yoktu. Bunları yapmak “alçaltıcı” filan değildi. Ama bugün odaları süpüren bir robot var ve işini iyi yapıyorsa “İlle bu işi bir insan yapmalı” diye tutturmanın anlamı yok. Sanayide verimliliği artırmak için onca yıl çabaladık ve öylesine başarılı olduk ki şimdi bu işleri makinalar yapıyor.
Bu gelişmeler yeni sorunlar çıkaracak. Başta işsizlik.
Teknolojinin hayatımızın çok önemli bir parçası haline gelmesi Sanayi Devrimi ile başladı. O zaman da “Şu kadar yüz insanın yaptığını bir tek çıkrık yapıyor” tarzında hesaplar vardı. Ama Sanayi Devrimi aynı zamanda adı duyulmamış yeni iş alanları açıyordu ve dolayısıyla masif bir işsizliğe yol açmıyordu (“yedek ordu” gibi kapitalizmin işine gelen şeyler dışında). Şimdiki durum böyle değil. Bu süreç genel sağlık koşullarındaki ilerlemeler sayesinde insan ömrünün uzadığı ve nüfusun arttığı bir zaman dilimine denk düşüyor. Bildiğimiz kapitalizmin CEO’ları, “menecerleri” herhalde insancıl çözümler üstüne çalışmaya başlamışlardır. Sol buralarda ne önerecek, ne yapacak?
Uzattım, ama konunun kendisi çok daha uzun. Devam edeceğim.