Olağanüstü Zamanlarda “Üniversite” Mümkün mü?
Polat S. Alpman

Türkiye’de ağır bir bunalım ve kriz içinde olan üniversiter alana yönelik birçok eleştirinin yapılageldiğini, ancak herhangi bir çözüm üretilemediğini biliyoruz. Eleştirinin kıymeti bir çözüm içermesinden değil, bizatihi kendisinden gelir. Bu nedenle üniversitenin daha çok konuşulması, bu alanla ilgili daha fazla söz üretilmesi gerekir. Bunun için, belki de öncelikle, Türkiye’deki üniversiter alana ilişkin ezbere dönüşmüş bazı klişeler ve hiçbir şey söylemeyen, eleştiri görünümlü bazı söz öbeklerinden kurtulmamız, meseleyi kendi bağlamına çekmemiz ve oradan hareketle yeniden ele almamız gerekiyor.

Bu satırları yazmama neden olan şey Gözde Yılmaz’ın Birikim Güncel’de yayımlanan ve “Üniversiteler sömürü düzeninin bir parçası mıdır yahut ona muhalif ayrıksı otları mıdır?” sorusuyla başlayan “Özgür Üniversite Mümkün mü?” başlıklı yazısı. Yazının ana fikrini özetlemek gerekirse, yazar “halk namına” ele aldığı üniversiteyi yermek için eline geçirdiği her cümleyi “akademisyen” adını verdiği dart tahtasına saplamaktan imtina etmemiş.

Yılmaz’ın iki seçeneğe indirgediği sorusuna farazi akademisyenimiz cevap verecek olsa ya üniversiteleri özgür düşüncenin kalesi olarak ifade edecek ya da üniversitelerin sömürü düzeninin bir parçası olduğunu, ancak “kendileri gibi ‘kurtarıcıların’, ‘apoletli âlimlerin’, üniversiteleri içeriden” fethedip ona hak ettiği bağımsızlığı vereceklerini söyleyecekmiş. “[A]kademik üretim yapan ancak neoliberal politikaların dayattığı üniversite yapısı içinde güvencesiz ve esnek çalışmaya mecbur bırakılan akademisyenler” tarafından hazırlanan Güvencesiz Enternasyonal Manifesto’sundan yaptığı alıntının ardından yazarın vardığı sonuç, “totaliter erk kullanma aşklarına” gem vuramayan akademisyenlerin, simgesel güçlerini kendi çıkarları için kullanıp üniversiteleri içeriden fethetmeyi amaçladıkları olmuş. Sanki akademisyen olmayı başarıp üniversite kapısından içeri girenlerin bünyelerine kişilik bozukluğu yüklendiği ve mesleklerine bu bozukluklarla devam ettiği hepimizin bildiği bir gerçekmiş gibi kullanılan bu genelleyici ifadelerden yazarın muradını anlamak zor değil.

Türkiye sağında anti-entelektüalizm, aydın düşmanlığı güçlüdür, ancak solda da azımsanmayacak kadar müdavimi bulunduğunu biliyoruz. Bu düşmanca tutumun akademisyenlere yönelmesi tesadüf değil. Ne de olsa birçok kişi akademisyenlerin seçkin ailelerden gelen tuzu kurular olduğunu, keyif için çalışan, konforlu hayatlar süren, tamamen zevkleri için bilimle, sanatla, felsefeyle ilgilenen, toplumdan kopuk elitler olduğunu varsaymak istiyor. Bu yazıda da elitizm karşıtlığı kılığına gizlenen güçlü bir anti-entelektüalizm var ve bu, doğrudan akademisyenlere yöneltiliyor.

Bazı akademisyenler de bunu kabul etmekte zorlanıyorlar, ancak akademisyenlerin entelektüel olmak gibi bir misyonları ve idealleri olmayabilir. Ayrıca akademisyenler halkı aydınlatmak misyonunu kendilerinde görmeyebilir ve bu onların meslekî niteliklerinden hiçbir şey kaybettirmez, bir eksiklik ya da kusur da değildir. Elbette her kamu çalışanı gibi onların da kamuya karşı sorumlulukları vardır ve bunu yerine getirmekle yükümlüdürler ama bunu icra etme biçimi kamunun beklentisini her daim karşılayamayabilir. Entelektüeli nasıl tanımladığınız önemli olmakla birlikte üniversitelerin düşünmenin mekânı olarak işlevini yitirdiğini, bu nedenle üniversite içerisinde kalarak entelektüel denebilecek becerilerin, değerlerin ve pratiklerin edinilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum, bunu ayrı bir tartışma konusu olarak not etmiş olalım.

Yılmaz’ın kendi cennetini ya da fildişi kulesini yaratmak istediği için bir hayal âleminde yaşayan akademisyen tipini yermeye doyamadığı ve “[G]özünü uzak diyarlara, harici referanslara dikmiş, sözde bilimsel gereklilikleri de bu referanslar üzerinden dayatan ve itaat edilmesini bekleyen” akademisyenin sömürü düzeniyle mücadele etmediğiyle ilgili bir dizi kanaatten sonra vardığı yer, üniversitede çalışan akademisyenlerin içinde bulundukları zavallı durumu anlamaktan aciz “bilim memurları” olduklarıdır. Hatta “kendine ‘muhalif’ diyen akademisyenlerin” bile “üniversite dışından ama üniversite hiyerarşisinin diline sadık kalarak” iktidar mücadelesine devam etmeye çalıştıkları ve sonuçta akademisyenlerin “unvanlar uğruna” bilimsel özgürlüklerinden vazgeçtiği, topluca hepsinin egemenin kendine dönüştüğü ve daha nicesi, Bourdieu, Jaspers ve Baker gibi hepsi akademisyen olan isimlere yapılan atıflarla boca edilir.

Yazarın muhayyilesinde “gerçek” akademisyen ücret karşılığı çalışan bir işçi değil de -eleştirisini yapar gibi göründüğü- kurtarıcı/kahraman olmalı, halkın önüne geçmeli, yüce gerçeği göstermeli ve onları peşinden sürüklemelidir. Oysa korunaklı kalesinde yoksulluk, eşitsizlik, ayrımcılık ve benzeri hiçbir kötülüğün kendisine bulaşmadığı sözde akademisyenimiz, yüksek eğitimli ve bu nedenle kibirli, toplumun değerlerinden habersiz ya da onları aşağılayan, alan-içi iktidar mücadelesi dışında başka bir şeyle ilgilenmeyen, muhalif olsa bile tüm hedefi iktidarı ele geçirmek olan ve ne yaparsa yapsın üniversitede yer aldığı sürece üzerine düşen hakiki kamusal ödevi yerine getiremeyecek olan kişidir. Bu nedenle Yılmaz’a göre akademisyenin kurtuluşu, ancak akademisyenlikten kurtulmak ile mümkündür.

Yazısında ’68 gençlik hareketini özlemle yâd eden Yılmaz, Fransa’daki gençlik hareketine gıpta ile bakarken Türkiye’deki ’68 gençlik hareketini üniversite dertlerine sıkışmakla eleştirir. Türkiye’deki sol gençlik hareketi -Fransa’daki gibi bir Foucaultları olmadığı için- iktidar/güç meselesini yeteri kadar iyi anlayamayıp emperyalizme odaklanmış, hatta bu konuya sıkışıp kalmışlardır. Yazarımız üniversite denilen şeye baktığında bütün sosyal alanları dönüştürebilecek bir potansiyel gördüğünden olsa gerek, bu potansiyeli yerine getirmediği için onu burjuva sınıfının kollarına terk edip “halk ile, halk için eğitim faaliyetleri düzenlemeyi, topluma yabancılaşmadan birlikte araştırıp öğrenmeyi” ve böylece üniversiteye alternatif olarak sınıfın/halkın organik aydınlarını yetiştirmesi hedeflenen Özgür Üniversite deneyimini işaret eder. Organik aydın yetiştirmek için oluşturulan bu forum, maalesef akademik unvanları ciddiye alma hatasına düşerek organik aydın yetiştirememiş, bu nedenle de başarısız olmuştur.

Bu arada hatırlatalım, Özgür Üniversite Türkiyeli okuryazarların bir kısmı tarafından ciddiye alınan bir girişim, tıpkı Dayanışma Akademileri gibi. Özgür Üniversite ve benzeri girişimler Türkiye’deki akademik faaliyetin yetersizliğinin ya da niteliksizliğinin bir tezahürü olarak yorumlanabilse de asıl nedenlerinden biri yükseköğretim üzerindeki resmî ve gayri resmî etkiyi ve baskıyı aşma ve sosyopolitik kültürel kamusal alanın yeniden üretilmesi girişimiydi. Bu tür politik mevzilenişlerin mucidi belli bir siyasal kesim olmadığı gibi tek örneği de burada ifade edilenler değil. “Halk için, halkla beraber bilimsel faaliyetler yapmak” fikrinin sınanması bakımından bu girişimlerin biriktirdiği deneyimler de küçümsemez, ancak bu deneyimlerden bir yükseköğretim modeli de çıkarılamaz. Yükseköğretimin uzun ve elemeli bir süreç olduğunu, ciddi kamusal yatırımlara ve bütçeye ihtiyaç duyduğunu, eğitim faaliyetleri kadar araştırma, yayın yapma ve yayımlama faaliyetlerini ve bunlara ilişkin finansmanları da içerdiğini ve devletin bu işin bir bileşeni olması gerektiğini hızlıca hatırlatalım.

Yılmaz, Özgür Üniversite’nin kendi organik aydınlarını üretemeyip YÖK’ten aldıkları unvanlarla “bezeli” akademisyenlerin halkla “düşünsel faaliyet” içerisine girmeye devam etmesinden de memnun değildir, “üniversitelere karşı oluşturulan bir kurumun, üniversitelere, bu üniversitelerde onaylanan teorik/pratik ‘gerçekliklere’ fikren bağımlı hale gelmesi” başarısızlığının başlıca nedenlerinden biridir. Yılmaz’a göre bilginin/bilmenin YÖK gibi kurumlar tarafından verilen unvanlarla belirlenmesi, organik aydının -velev ki muhalif bile olsa- “aslında pek de muhalif ve ‘sakıncalı’ olmayan, inşa bir özneye” dönüştüğü anlamına gelir. Belli ki yazarımız Aristotelesçi Devrim Örgütü ya da Max Planckçı İntikam Tugayları’ndan azına pek razı gelmeyecektir.

***

Yılmaz’ın yeni bir şeyler söylemeye ihtiyaç duymadığı ve akademide yaşanan ağır tahribatı akademisyenlere yükleyerek oluşturduğu acımasız, yüzeysel ve kolay eleştirinin dayandığı temel argümanlara, yani kapitalist üretim biçiminin ve ilişkilerinin üniversiter alandaki yansımalarına ve bununla ilgili çıkarımlara esastan bir itirazım yok. Ancak bunların sorumlusu olarak “akademisyen” ismini verdiği bir tip çizerek onun üzerinde dilediği gibi tepinmesi büyük haksızlık. Akademisyenlerin arasındaki farklılıkları görmeyen, onları unvan ve güç elde etmek uğruna meslekî ve etik değerleri çiğneyen kişiler olarak karikatürleştiren bu bakış açısı, üniversiter alandaki otoriter ve hiyerarşik düzenin faturasını da akademisyenlere kesiyor.

Akademisyenlik bir meslek, güvencesiz ve giderek de güvencesizliğe doğru itilen bir meslek. Her meslekte olduğu gibi bir kıymeti varsa bu mesleğin kendisinden ya da mesleğe ait unvanlardan değil, kişilerden ve ortaya çıkan değerden kaynaklanıyor. Şeyleşmenin geldiği aşamada herhangi bir unvanın ya da sıfatın tek başına bir anlamı ve değeri olmadığını söylemek de zor değil. Egemen üretim biçimi mesleklerin üzerindeki büyülü örtüyü çekip alalı çok oldu. Akademisyenlerin çoğu yaşamlarını çalışarak sürdüren, üniversitede çalışamayacak olsalar başka işlerde çalışmak zorunda olan kişiler. Buna ek olarak bugün Türkiye’de akademinin ve akademisyenlerin başına gelenlerin farkında olan herhangi bir kişinin, onları neredeyse “halk düşmanı” olarak nitelemeye kalkışmasını ise bir düşünme/kritik değil, hissetme faaliyeti olarak değerlendiriyorum.

Ancak başlangıçta ifade ettiğim üzere üniversitenin içinde bulunduğu bunalım ve kriz ertelenemeyeceği gibi görmezden de gelinemez. Bunun AKP hükümetleriyle doğrudan bir ilişkisi olmakla birlikte daha geriye uzanan nedensel bağları var. Bu bunalımın ve krizin nedenleri ve kritiği için Toplum ve Bilim’in 156. sayısındaki metinlere bakılabilir, orada farklı açılardan bu meseleyi tartışan birçok değerlendirme var ve elbette onların da hepsi eleştiriye muhtaç. Bu bunalım ve krizin sonuçlarından biri olarak tecrübe edilen bir diğer husus ise üniversiter alanda yaşanan kepazelikler. Bugün sadece hükümet blokuna yakın olmaktan başka hiçbir akademik değeri ve yeteneği olmayanların kolaylıkla kadrolara yerleştirildiği, Türkiye akademisine katkısı olacak kişilerin ise göç ettiği; neredeyse bütün üniversite yönetimlerinin hemen her kademesinin tümüyle hükümet bloku tarafından belirlendiği ve parti komiserliği gibi çalıştığı; intihal ve nepotizmin sıradan eylemlere dönüştüğü ve üniversitelerin doğrudan dinsel ve ideolojik propaganda faaliyeti yürüttüğü; kendi meslektaşlarını ihbar eden muhbirlerin cirit attığı; meslek niteliğinin tahrip edildiği bir yere dönüştüğü ve daha onlarcası söylenebilir.

Ancak bahsedilen üniversite politik görüşleri nedeniyle önce hedef haline getirilip sonra üniversitelerinden ihraç edilen Barış Akademisyenleri’nin; akıl almaz ve tuhaf suçlamalar, iftiralar ve ithamlar nedeniyle CİMER’e sürekli ifade verenlerin; ırkçı, mezhepçi, cinsiyetçi, hemşerici, cemaatçi, ötekileştirici, projeci, inovasyoncu idarecilerin her türden baskısına ve ayrımcılığına maruz kalanların; kendini sürekli teskin etmek ihtiyacı hissedenlerin; talebelerine yerleşik olanın zorunluluk değil, farklılığın da mümkün olduğunu göstermek için Çalıkuşu’na dönüşenlerin; kamusal sorumluluğunu alanında iyi bir akademisyen olmakta görenlerin ve yaşanan bütün bu kepazeliklere rıza göstermeyip işini iyi ve doğru yapmaya çalışan kişilerin de içinde yer aldığı üniversitedir.

Toplum ve Bilim’in “Olağanüstü Zamanlarda Akademinin İmkânı” sayısını, okuyucuların bu gözle de değerlendirmesini dilerim. Bir yandan üniversiter alan üzerine yeniden düşünmenin olanaklarını aramak, diğer yandan mevcut koşullar altında olup biteni anlamlandırmak ve bütün bunları tarihsel ve sosyopolitik bir bağlam içinde konumlandırmak için öğrencilerden Dayanışma Akademileri’ne, akademisyenlerden üniversitelere kadar bir dizi meseleyi kamusal alanda tartışmayı hedefledik. Bu çabayı “totaliter bir erk kullanma aşklarının dışavurumu” olarak değil de Türkiye’deki yükseköğretimin demokratikleşme mücadelesine bir katkı olarak yorumlamak daha gerçekçi ve insaflı olacaktır. Güvencesizlikle mücadeleye akademisyenleri de dahil etmek, görüşleri, kimlikleri, kişilikleri nedeniyle siyasi ve sosyal saldırılara karşı korunmanın yolları üzerine düşünmeyi teşvik etmek, üniversiteyi kamusal alanın etkili paydaşlarından birine dönüştürmenin araçlarını ve yollarını aramak, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinden bağımsız düşünebilir mi?