Memeden/anneden ayrılık, memenin kaybı bebeğe kendinin kaybı olarak görünecektir diyorduk. Henüz bu ayrılık gerçekleşmemişken, bir süre devam eden yanılsama evresinde, hiçbir engellenme ve yoksunluğun söz konusu olmadığı mitik evrede bebek sanki aynı zamanda kendinin bir parçası olan meme tarafından besleniyordur. Hemen arkasından gelen geçiş nesnesiyle karakterize deneyim evresinde, söz konusu geçiş nesnesi ilk ben-olmayan ve ilk sahip olunan şeydir. İlk kayıp ve ilk sahip olunan aynı bağlamda ortaya çıkan ve edimselleşen iki farklı ve zıt olay ve süreçtir demek ki. Ruhsallığın hemen daima bir çatışma ve karşıtların birliği içinde varlık kazandığı ve maddileştiğinin ilk matrisidir bu. Bu aynı zamanda, daha sonra hangi dinamiğin etkinleşeceği ve baskın hale geleceği o zamanki geçerli koşullar ve bağlam tarafından belirlenir demektir. Değişmez ve çoktan belirlenmiş bir fıtratımız yoktur yani.
Demek geçiş nesnesi, anne ve çocuk arasında var olan ve anne-çocuk ikili ilişkisini tekzip eden üçüncü nesnedir. Orada değilken bile bir vaat olarak var olan, ilk ben-olmayan ama ötekine de ait olmayan özellikleriyle geçiş nesnesi öznenin ilk eylemli varoluş sahasıdır. Demek geçiş nesnesi zorunlu olarak yaratılan bir boşluğu doldurur. Bir amacı varsa bile bu amaç kaybolmaktır. Geçiş nesnesi sayesinde Zizek’in “sahici sadakat, boşluğun kendisine olan sadakattir, nesneyi kaybetme, terk etme eyleminin kendisine olan sadakattir” deyişini çağrıştıran bir varlık/amaç sahası açılır. Yaratıcı itki/kapasitenin ete kemiğe büründüğü bir uzam. Bu bakımdan, yani eksikliğe bir kayıp anlamı bahşeden özelliğiyle Lacancı “nesne a” ile bitişir.
Annenin bedeninden ayrılmanın sonucunda ortaya çıkan söz konusu zorunlu eksiklik/kayıp, çocuğu bunu sözcükler/gösterenlerle ikame etmesi için motive eder ve harekete geçirir. Ancak bu kayıp etrafında böylece inşa edilen bütün anlamlar daima yetersiz kalma. Daha doğrusu, söz konusu kaybı telafi etmesi, kaybı örtmesi, kaybın yerine geçmesi için oluşturulan bütün anlamlar kendi kökenine göndermede bulunacak, çocuğa kökendeki o kaybı/eksikliği hatırlatan bir artık üretecektir. Hayatlarımız boyunca tekrar edip durduğumuz davranışlar, nevrotik tekrar etme kompulsiyonları da benzer bir işlev üstlenmek üzere var değil midir: Gerçeğin belirli unsurlarını kelimelere aktarmayı amaçlayıp bunu tam olarak başaramadığı için de kompulsif bir biçimde tekrar edip durmaz mı o kompulsif davranışlar? Travma rüyalarında, karabasanlarda travmanın mütemadiyen ve ‘anlamsız’ biçimde tekrar tekrar ortaya çıkması ama hiçbir rüyanın onu tam olarak sahneleme ve resmetmede başarılı olamaması da aynı hikayenin bir başka versiyonu değil midir?
Bunları böyle söylemenin bende çağrıştırdığı bir başka şeyden; bir düşünme, zihniyet ve söylem biçimi olarak sağcılığı/muhafazakarlığı/dinciliği (kendileri kendilerini nasıl adlandırıyorlarsa artık) kat eden sinsilik ve iki yüzlülükten söz etmek isterim: Söz konusu zihniyetin/düşünce dünyasının psikiyatri/psikoloji camiasındaki bazı aktörlerini görece yakından, başka bazılarını sosyal medyadaki ırkçı/cinsiyetçi/homofobik ve nefret yüklü paylaşımlarından, bazılarını uluorta sergiledikleri cehalet ve aptallıklarından tanıyorum (Cehalet ve aptallık, günümüzde başka topluluklarda ve çevrelerde de karşımıza çıkan çok yaygın bir durum şüphesiz. Özellikle de, bir türlü yatışmayan ve doyurulamayan (ama varlığımızı ileri sürmenin ve teyit etmenin bir yolu olarak geri de duramadığımız) teşhircilik ve röntgenciliğin, yalnızca görünüşün ve sığlığın değerli ve anlamlı bulunduğu akışkanlık ve geçiciliğin şimdiki zamanında. Buradaki fark, o cenahtaki söz konusu aptal ve cahilin mütemadiyen kendini ıskalaması, kendine karşı mesafe almaktan aciz oluşu yüzünden sahip olduklarına mevcut iktidar ve güç ilişkileri sayesinde değil de kendi dolaysız beceri ve yetenekleri sayesinde ulaştığını sanması, ve aynı kişilerin tuhaf bir biçimde ve habire öne çıkması, ‘yükselen grafikleri’). Tek tek bireyleri aşan (somut bireyler bakımından orada da sonsuz bir çeşitlilik tabii ki var) genel bir tavır ve eğilim olarak söz konusu sağcı sinsilik ve iki yüzlülük kendini en çok, herşeyin tam da olması gerektiği yerde olduğunun varsayılmasında açığa vuruyor. Dolayısıyla herşeyin olması gerektiği yere iadesi, hakkının/hukukunun teslim edilmesi anlamındaki hak ve adalet arayışı ve mücadelesini daha baştan gereksiz ve değersiz gören bir tavır bu. Dünyanın korkunç ve yaygın eşitsizlik ve adaletsizliğini ifşa eden her somut örnek ve olayın berbat bir soyutluk ve genelleştirme içinde görünmez ve seçilemez hale getirildiği berbat bir sinizm türü.
Kendi hayatlarında habire yığınak yapmanın, güç, zenginlik ve iktidar biriktirmenin derdindeyken etrafa sabır, şükür, tevekkül öğütlemeleri nasıl çirkin ve mide bulandırıcı. İktidara ve iktidarın nimetlerine sahip olmak gözlerini öylesine kamaştırmış, kalplerini mühürlemiş halde ki apaçık zulümleri bile görmüyorlar artık. Genellikle erkekler. Hakla, hukukla, işini hakkıyla yapmakla hiçbir ilişkileri yokmuş, kalmamış gibi davranıyorlar. “Öyle işte, yapıyorum çünkü yapabiliyorum, bir de hesap mı vereceğim” demek ister gibiler sanki, ifadesiz bir sırıtışla suratlarında hep. Lastiksi bir esnekliğe sahipler ve hiçbir sofrada yabancılık çekmiyorlar. Onca kural, gelenek, yasak ve emir bolluğuna güya batmış haldeyken böylesine ilkesiz ve değersiz oluşları ne acı. Son dönemde serpilip gelişen bir tip, tipoloji bu. Belki de şöyle söylenmelidir: Sağcı/dinci vasat onları bir araya getiren/toplayan, birbirine bağlayan, onlara bir konum ve amaç tahsis eden bir işlevden ibarettir belki de. Diğer yandan aynı kafa yapısının yerinden çıkmış, sapmış ve anormal olarak teşhis ettiği biricik şeyin cinsel varoluşlar, cinsellik, cinsel yönelimler oluşu ne kadar manidar. Freud’a ve psikanalize atfen tekrarlanıp duran o meşhur klişe (herşeyin cinselliğe indirgenmesi) asıl olarak sağcı/muhafazakar/dinci zihniyetin alametifarikası olarak tescillenmelidir belki de.
Çağrışım deyince başka bir çağrışımımdan da söz edeyim: psikanalizden geriye kalacak şeyin, belki de nesnesi (bilinçdışı) ve onun inceleme yöntemi (serbest çağrışım yöntemi) olduğu üzerinde daha çok durulması gereken bir dönemde değil miyiz: İnsan öznelliğinin hızlı bir mutasyona uğradığı, değişmez addedilen ruhsal yapı ve eğilimlerin aşındığı, simgesel bağ, ilişki ve referansların çöktüğü, özneler arası ilişki, cinsellik, cinsel kimlik alanlarının yoğun bir akışkanlığın istilasına maruz kaldığı, imgesel ve simgesel özdeşleşme, ben ideali/süperego (utanç/suçluluk) meselelerinin dönüştüğü ve bambaşka zeminlerde yeniden yapılandığı, ruhun yeni ıstıraplarının, daha ham ruhsal yatkınlık ve yapıların aktüalize olduğu bir zamanda artık klasik nevroz/anksiyete/bastırma gibi kavram ve yapılar geçerliliklerini yitiriyordur belki de. Hem eşzamanlı hem de artzamanlı çağrışımlardan, maddi gösterenlerden müteşekkil olan bilinçdışı ve onu inceleme/kavrama yöntemi olan serbest çağrışım yönteminin daha çok öne çıkması gereken bir dönem bu belki de. Kendi özgün ruhsal yapı ve eğilimlerinin teorik düzeyde yeniden inşası, teorik bir temsile kavuşması için biraz daha beklememiz ve sabırlı olmamız gereken bir geçiş dönemi.