Tolstoylar ve Dostoyevskiler
Sezen Ünlüönen

Elif Batuman, Ecinniler: Rusça Kitaplar ve Onları Okuyanlarla Maceralar’da,  yanlış anımsamıyorsam Rus edebiyatı çalışanların Tolstoycular ve Dostoyevskiciler olarak ikiye ayrıldığını söyler.[1] Ben de belki de bu ayrımdan ilhamla, eserlerine aşina olduğum pek çok yazar ve yönetmeni kafamda “Tolstoylar” veya “Dostoyevskiler” olarak ikiye ayırdığımı fark ettim. Dostoyevski kampındakiler mesela: Zeki Demirkubuz, Şule Gürbüz, Yusuf Atılgan… Tolstoylar ise: Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nuri Bilge Ceylan… Gerçi mesela Tanpınar’ın muhakkak ki Dostoyevski’yi kastederek “o yeraltı itiraflarından, o cinlerin çarptığı insanlardan, o enfusiliği korkunç bir cehennem kuyusu gibi açılan büyük muzdarip benliklerden… artık rahatça sarhoş olamıyorum”[2] dediğini, Orhan Pamuk’un Anna Karenina’yı gelmiş geçmiş en iyi romanlardan biri olarak gördüğünü, Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski tutkusunu biliyoruz ama benim bu ayrımımda kişinin Tolstoy’u mu yoksa Dostoyevski’yi mi daha fazla sevdiği değil belirleyici olan. Zaten yine mesela Orhan Pamuk, Yeraltından Notlar’ın İletişim’den çıkan eski bir baskısına övgü dolu bir önsöz yazmış, Elif Batuman da kendisini bir Tolstoycu olarak görse de yazdığı her iki kitap da (Ecinniler ve Budala) adlarını açıkça Dostoyevski’den almaktalar. Yani ikisini birden sevmek (yahut sevmemek zaten mümkün).

Peki nedir benim Tolstoy ya da Dostoyevski olmaktan anladığım? Ben bu ayrımı daha ziyade, hayatı, diğer insanları, dünyevi hazları anlamanın iki farklı yolu olarak görüyorum. Dostoyevski için hayat acımasız ve akıldışıdır, insan büyük erdemlerden büyük rezilliklere bir anda geçebilir, dünya hazları insanı hayvana yaklaştıran, özünde şüpheyle bakılması gereken pis şeylerdir. Karamazov Kardeşler’in aziz ruhlu Alyoşa’sına yahut ermiş mertebesine ulaştığı düşünülen rahip Zosima’sına (ve Dostoyevski’nin ateşli Hıristiyanlığına) rağmen insan özünde her tür alçaklığın çekirdeğini taşıyan bir canlıdır, kötülük her an bir köşe başından fırlayıp boğazımıza sarılabilir (Zosima’nın ölür ölmez cesedinin kokması da bu karanlık bakışın bir ürünü bence). Yiyip içip coşulması, kişinin keyif almak için yaptıkları (mesela Dimitri’nin sefahat alemleri) Dostoyevski’de insana mutluluk değil keder ve tiksinme verir çoğunlukla. Zeki Demirkubuz’un hayatını kendi elleriyle ateşe verip karşısında tuhaf bir hazla seyreduran tekinsiz karakterleri, Şule Gürbüz’ün görme engelli bir kişinin trafikte karşıya geçmesine yardım eden ve bundan mutluluk duyan, mutluluk duyar duymaz da kendi sevincinin kirli ve bencil yanlarının ayırdına varan anlatıcıları hep bu tür bir Dostoveyski-vari kavrayışın meyvesi bence.

Tolstoy da hayatı içinden elele tutuşup türküler söyleyerek seke seke geçebileceğimiz bir gül bahçesi olarak anlamaz elbette. Ama Tolstoy’un eserlerinde insana, şeylerin düzenine altan alta hissedilen bir güven, iyiliğin mümkünlüğüne iman, dünya hazlarının insanın üzerine düşen bir gölge değil de hayatı karşılamaya hazırlayan bir güç kaynağı oluşu Tolstoy’u Dostoyevski’nin karamsarlığından ayırır. Anna Karenina, veremden ölen Nikolay, bir türlü gerçekleşemeyen toprak reformu kadar kişinin kendini doğanın ve tarihin bir uzantısı hissettiği av partilerinin, tarlada hasata katılıp hayatı yeniden üretmenin hazlarının da romanıdır. Orhan Pamuk’un şehri adım adım keşfeden, aşık olduğu kişiyle bir odada başbaşa kalmanın büyüsünü anlayan karakterleri, Tanpınar’ın sandal sefaları ve Mevlevi ayinleri, Ahlat Ağacı’nın “amına koduğumun Çan’ında” kuyu kazmaya devam etme cesaret ve gücünü kendinde bulan Sinan’ı hep o Tolstoy’a atfettiğim hayatı olduğu gibi kabul edebilme, iyiliği ve iyi şeyleri kendin ve başkaları için bir imkan olarak görebilme, bu sayede de hayatı dönüştürme yetisini içlerinde barındırır.

Bu tür bir karşıtlığı sadece sanat eserlerinde değil, hayatın genelinde de okumak mümkün. Yani sadece romancılar ve yönetmenleri değil, günlük hayatta karşılaştığım diğer insanları da Tolstoylar ve Dostoyevskiler olarak ikiye ayırıyorum. Tabii o zaman işin çehresi biraz değişiyor. Arka arkaya iklim değişikliğinin geri dönülmez etkilerinin, orman yangınlarının, etnik düşmanlığın haberlerini alırken Dostoyevski-vari bir karamsarlığın, insanın yıkıcı yanlarının farkında ve bunlara karşı tetikte olmanın aklıselim gibi gözükeceği, tüm bunlara rağmen takınılan bir “yaşamak güzel şey be kardeşim” tutumunun ya ahmaklık ya da habasetten (en azından hodbinlikten) kaynaklandığından şüphelenileceği muhakkak. Ne var ki, yazının gidişatından benim de bir “Tolstoy” olduğumu anlamışsınızdır zaten.

Kendi Tolstoyluğa geçiş sürecimi, çok net bir tarihle, üniversite yıllarında William James’in yazdıklarını okuduğum dönemle ilişkilendiriyorum. James’in benim için handiyse yaşamımı W.J.Ö. (William James’ten Önce) ve W.J.S. (William James’ten Sonra) diye ikiye ayırtacak denli vurucu fikirleriyle onun 1896’da yazdığı “İnanmak İradesi” (“The Will to Believe”) makalesinde karşılaştım. Bu makalede James, kişinin, sarsılmaz kanıtlar beklemeden bir inancı taşımasının kabul edilebilir olduğu durumları inceler ve “ahlaki” meselelerin kişinin “somut kanıt” beklemeden inanç ve eyleme geçmesini gerekli kılan en önemli sahalardan biri olduğunu söyler. Bir çeşit fanatizme de kapı açabilecek bu düşünceyi James çok hümanist bir yerden yorumlar:

Mesela, beni seviyor musun, sevmiyor musun? Beni sevip sevmemen, sayısız durumda, benim de sana doğru bir adım atmam, beni sevdiğini varsaymam, sana güven ve beklentiyle yaklaşmama bağlıdır. Benim senin sevginin varlığına önceden inanmam bu durumlarda senin sevgini doğuran şeydir. Ben geri durup senin beni sevdiğine dair nesnel kanıtlar oluşuncaya dek yerimden bir santim bile kıpırdamazsam…çok büyük ihtimalle sevgin asla ortaya çıkmaz.

Yani özellikle “ahlaki” meselelerde dünyanın nasıl bir yer olduğuna, başka insanların nasıl insanlar olduklarına, neler yapıp yapmayacaklarına dair inançlar, dünyanın öyle bir yer olarak kurulmasında, kişiler arasındaki ilişkilerin o şekil ilişkiler olmasında rol oynar. Çalışma arkadaşının kendisinden nefret ettiğini varsayan biri bu yüzden yan masadaki meslektaşına selam vermez, onu görmezden gelirse o nefretin kurulmasına kendisi de eşlik etmiş olur. İyi, olumlu ilişkilerin kurulmasının ilk şartı, iyi ve olumlu ilişkilerin mümkün olduğuna inanmaktır. Bu tabii ki, sadece “inanmak” yoluyla, düşünce gücüyle ve çekim yasasıyla evrenden kendimize barış içinde, müreffeh ve ekolojik olarak sürdürebilir bir yaşam tarzını çağırabiliriz demek değil. Yahut yaşanan nefret suçlarında mağdurlar da bu suçu mümkün kılan iklimin yaratılmasına katkıda bulunuyor demek hiç değil. Dediklerim daha ziyade, “herkesin saygısız olduğunu, ülkede kimsenin sıraya girmeyi bilmediğini” düşünen bir insanın gişeye yandan yanaşarak hakkını savunmaya çalışması ve bu sayede o sıranın tesis edilmesini kendi eylemleriyle imkansız kılmasıyla alakalı.

James’in fikirlerini şu an yaşananlara karşı bir çözüm reçetesi olarak sunmuyorum elbette. Ama hem Tolstoy’un hem Dostoyevsky’nin de anladığı gibi, insan başkalarının iyi olma potansiyeline, bir şeylerin değişip düzelebileceğine, haksızlıklarda hesap sorulabileceğine, adaletin tesis edilebileceğine dair inancı yitirirse, gerisi çorap söküğü gibi gelir.


[1] Yazıyı okuyan Barış Özkul sağolsun, Anglo-Sakson dünyada bu Tolstoy mu Dostoyevski mi tartışmasını 1950'lerde bu isimde bir kitap yazarak George Steiner'ın başlattığını söyledi.

[2] Seval Şahin Nurdan Gürbilek’ten alıntılamış bunu: Seval Şahin, “Bir ‘Acı Karnaval’: Huzur.” Talih, Tesadüf ve İrade: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Romancılığı Üzerine Düşünceler, İletişim Yayınları, 2019, s. 94.