Ne çok yol var yaşamda; bazı afallatan, kararsız bırakan... Bu keşmekeşin içinde insanın dışsal bir olay vesilesiyle, ya da durup dururken, veya içsel bir tazyikle hep yürüdüğü aşina yollardan sapması, kendini başka ve yabancı yollarda bulması mümkün... Her sapma edimi kendi bilinmeyenlerini de peşi sıra gündeme getirir tabii... Yaşam, türlü dönemeçlerde, Wittgenstein’ın “nasıl devam edeceğini bilip bilmemek” dediği çetrefil meseleyle yüz yüze getirir insanı. Nasıl devam edeceğini bilmek: bir büyük bilinmezlik de yankılanır bu sözde. Bilinmeyen karşısında kişi çaresiz eski donanımlarına, onu şimdi olduğu yere kadar getiren bilgilere bel bağlar: zira bu dünyada terk edilmekten daha vahim olan bir şey varsa o da kaybolmak, yolları şaşırmak, karanlıkta el yordamıyla hareket etmektir. Ne var ki, akıl kudretten düştüğü, yetilerini yitirdiği için yollar sisli puslu hale gelmez, aksine yollar dolambaçlı hale geldiği için akıl hükmünü yitirir, hiç değilse bir süreliğine askıya alınır. Yeni yollarda kendini bulan bir kişiye hafıza da bir yere kadar dayanak olur, çok geçmeden o da çekilir aradan. Bu durumda dört başı mamur bir bilinçle, yaşanmış kapanmış deneyimlerin rehberliğiyle, aklın kaba saba hesaplarıyla değil; bazen dilsiz içgüdülerle, vahşi sessizliklerle, anlamlarını arayan sezişlerle, bir görünüp bir kaybolan hislerle bilinmeyene, belirsiz olana yönelmek kaçınılmazdır: ama muktedirlerin yarattığı bir “varoluşsal belirsizlik”tense kişinin kendi belirsizliklerini yaratması, mümkünse oralarda bocalaması, delibozuk ve sersem duralaması çok daha evladır...
***
Belirsizliklerin mimarları aynı zamanda kesinlik istenci ve adlandırma arzusundadırlar: şüpheyi kapı dışarı eden bir tutumla netlik siyasası, sarsılmaz bir bilgi rejimi iktidarların ve otorite makamlarının başat talepleri arasındadır. Efendilik rolleri, egemenlik oyunları ancak bilgiyle olasıdır. Buradan bakılınca mevcut hiyerarşileri terse çevirecek, konumları ve adları yeniden tartışmaya açacak “evin efendisinin ne zaman geleceği bilinmez” diyen İsa’nın sözünün yarattığı huzursuzluk bin yıllardır hâlâ yatışmış değil. Muktedirlerin o kadar da muktedir olmadıkları, efendilik müessesenin her an sarsılabileceği ihtimali: sözümona her şey bilinse de evin, yeryüzünün, ve dahi ruhun esas efendilerinin gelişinin ne zaman gerçekleşeceğinin bilinememesi... Bu huzursuzluğa korkuyla mukabelede bulunulur ancak: Kapitalist toplumda varoluşun toplumsal ya da siyasal krizlerle, açık ya da örtülü kültürel saldırılarla değil, ontolojik belirsizliklerle felç edilmesi sadece kaygı değil, derin bir korku da yaratır; ve haklı olarak bu belirsizlik korkusu için tüm “korkuların anası”dır diyordu Zygmunt Bauman. Gelecekten duyulan bir ürperti bütün imkânlara kara bir bulut çöker. Belirsizliklerden beslenmiş bu korku doğurgan, yayılıp genişleyen, durmaksızın çoğalan içeriklere ve formalara sahip. Ve insan nasıl ki başkalarının rüyalarına yakalanıyorsa bazen de başkalarının korku ve kaygılarına, kolektif efkârlara ve hikâyelere yakalanır, çoğun ayrımları, bağlamları da unutarak... Ama bunların içinde en fenası muktedirlerin yıkım korkularına, kaos endişelerine tutulmaktır. İnsanın kendi belirsizliklerine zar atması, bazen kafasının ve yüreğinin karmakarışık olduğunu kabul etmesi, bilinmezliklerini bağrına basması müşküldür tabii; kör bir inada, gurur incinmelerine, meydan okuma heveslerine kapılmadan, sakince...
***
İnsanın bir tutam yazgı olduğunu öne sürüyordu Nietzsche. Bu yazgıda elbette kaybolmak da var, ama yolları şaşırmak yeni yollar yaratmak için eşsiz imkânlar da sunar: hem önemli olan kaybolmak değil, adım atmayı unutmamaktır. Bazen bilgi değil, sezgiler, içgüdüler de kişiye kendi yolunu gösterir, hatırlatır; mutlak manada bir kayboluş da yoktur aslında. Varılacak bir yer varsa kişi öyle ya da böyle oraya kavuşur, icabında darmadağın, perişan, ama kavuşur... Edip Cansever’in Otel Kâtibi, müşterisi Ruhi Bey’den söz ederken onun semtler, çarşılar, meyhaneler, genelevler kalabalığından çıkıp gelişini; kalabalıklar içinde zihni ve ruhu ne kadar çalkantılı olsa da otelden içeri girişini anlatır:
“Şarkıcılar, sokak satıcıları gelir en çok
Sokak kadınları, serseriler
Evet, ara sıra Ruhi Bey de gelir
Kan renginde gelir, yolunu şaşırmış bir böcek gibi gelir
Sapından eğilmiş bir gelinciğin öğle uykusu gibi
Çocuksu hafif
Tam bizim otelliktir
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla
Sabah olunca erkenden kalkar
Ve kalkar kalmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de
Pek anlayamam
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar
At yarışı listeleri
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini
-Otel her zaman loştur-
Bakar bakar bakar
Nemli bir havlunun yere bırakılışı gibi
Çöker bir iskemleye sonra..”
Yalnızca alkolden, kent curcunasından değil, kendi çocukluk travmalarından, belki unutulmuş ama sızıları hâlâ sıcak acılarından, zihnine çöreklenmiş türlü düşüncelerden, zamanın o hiç dinmeyen gürültüsünden, burjuva varoluşun can sıkıcı cümlelerinden çıkıp gelen Ruhi Bey: Kalabalıklar arasında yalpa vurarak, belli noktalar arasında çemberler çizerek, hiç kimseye değil, sadece kendine yetişmek üzere, eve değilse de kan renginde ve “yolunu şaşırmış bir böcek” gibi otellere varır, konaklar... Ev ve dünya arasındaki bu konaklar da geçicidir elbette. Yolunu şaşırmıştır, belki hiç bulamayacaktır, her şeyini kaybetmiş olsa da kendiyle eğlenmeyi bırakmamıştır ama; nitekim aklında daima uçak saatleri, vapur tarifeleri: bu durumda insan için bir çıkış, cılız da olsa bir çatlak, yeni bir yol hep vardır. Ama loş otel odalarında ya da küflü evlerde, alışkanlık dehlizlerinde değil, pencereden yansıyan güneş ışığında fark edilebilecek bir imkândır bu, ve kişi o imkâna bakar bakar bakar; ta ki “insan yaşıyorken özgürdür / yaklaştım iyice, geliyorum” diyene kadar... Ölüm de dahil tekmil ontolojik dehşetleri kozmolojik bir kararlılıkla defedip yüzünü yaşama ve özgürlüğe dönerek geliyorum demek...