Uzun tarihimiz boyunca aynı hikayeleri tutkuyla anlatıp durmuşuz. Başlangıçlara ve kökenlere, yok oluşa ve sonlara, hayata ve evrene, arzu ve korkularımıza, aşk ve nefrete dair bilmek ve anlamak istediklerimize bir biçim ve çerçeve kazandırmak için mütemadiyen hikayeler, mitler, masallar hayal etmiş, uydurmuşuz. Yoğunluğunu hiç kaybetmeyen bir arzu ve merak duygusuyla anlamak ve bilmek istediklerimizi saptamak, kuşatmak, daha da derine gitmek için. Yolculuk, savaş, aşk, sevgi, kıskançlık, dostluk, yalnızlık, kayıp, ölüm, intikam vb. hikayeleri tekrar tekrar yeniden yazmış, paylaşmış, anlatmış, aktarmışız. Sanki bu, yani kurgunun/kurmacanın icadı ve ortaya çıkışı zamanla hayal gücümüzü inşa eden, onu besleyen, pekiştiren başlıca şey olmuş. Ama diğer yandan da, hayal gücü sayesinde bu müthiş üstünlüğü, kurgular oluşturma ve onlar hakkında konuşma becerisini/kapasitesini yaratmış, geliştirmişiz. Dahası, yarattığımız ve birbirimize anlatarak genişlettiğimiz hikayeler ağı sayesinde türümüzün evriminde muhtemelen önemli bir sıçrama gerçekleşmiş. Harari’nin ifade ettiği gibi;
“Modern Sapiens’in yaklaşık 70 bin yıl önce edindiği yeni dil becerisi, ona saatlerce dedikodu yapabilme şansı verdi; kime güvenebileceğine dair bilgi, küçük grupların daha büyük gruplara dönüşmesine, dolayısıyla da Sapiens’in daha sıkı ve karmaşık işbirliği yöntemleri geliştirmesine yol açtı…Kurgular hakkında konuşabilme becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır… Öte yandan kurgu, sadece bir şeyleri hayal edebilmemizi değil, bunu kolektif olarak yapmamızı sağladı.”[1]
İnsanlar arasındaki en güçlü bağlar hikayeler sayesinde kurulmaz mı zaten? O ana kadar bir imkan olarak kendini duyuran, bir potansiyel olarak varolan ama aktüel bir varoluşa kavuşamamış bir ortaklık zemini, bir biz ortaya çıkar, daima muhatabını bulan, inanacağı varsayılan muhataplarını arayan hikayeler sayesinde.
Böylece, olağan gündelik hayatta hiç farkında olmadığımız güçlerimiz ve potansiyellerimiz açığa çıkıp harekete geçer. Sıkıcı, yarı uykulu geçirilen sıradan bir yolculukta birden önümüzde bir geçit açılır, bambaşka bir yolculuk mümkün oluverir. “Hakikaten kıymetli bir şeyi var etmek için önce hiç sınırlama olmadan hayal kurabilmek gerekir.”[2]
***
Kim olduğumuzu, kendimiz hakkında ne bilmek istediğimizi anlamak ve görmek için sürdürülen sonu gelmeyecek bir çabadan söz ediyoruz demek ki. Hikayelerin durmaksızın birbirine eklenmesinden. “Sonu yokmuş gibi görünen hikaye sanatının aslında başı da yoktur. Bir ilk hikaye olmadığı için, hikayeler bize geriye dönük bir ölümsüzlük kazandırırlar.” (Manguel, a.g.e, s. 52)
En temelde ise, içimizde çoktan açılmış yapısal bir boşluğu gidermeye, onarmaya, telafi etmeye yönelik bir çabadır bu.
İçimizde dürtünün hareketleriyle ortaya çıkan uyarım aşırılığını daima Öteki ile ilişki içinde ve onun sağladığı sözcükler/hikaye ile aşmaya çalışırız. O hikayenin gerçekliği içine yerleşir, o gerçekliği yurt ediniriz. Bir ferahlama gerçekleşecekse, bir dinginlik ve rahatlık, eski huzur ve sükunete yeniden kavuşmanın bahtiyarlığı, bunun Ötekiyle birlikte yarattığımız işbirliğinden, o eşsiz birlikten kaynaklanacak olması nasıl ümitli ve müthiştir. Alt üst olmuş, hasar görmüş, dengesini kaybetmiş benliğin iyiden iyiye bir enkaza dönüşmeden ruhun ışığını yansıtan sözcüklerle kendine gelmesi, iyileşmesi müthiştir. Benliğe yayılan haz ve neşe için illa ki kendinden çıkmanın, ötekine açılmanın, uzanmanın gerekmesi, bu ileri geri salınımın, ortaklaşa yaratılan ritmin, bu harikulade dansın ancak sözcüklerin yatağında mümkün olması ne güzeldir. Bu genişleme ve çoğalmanın tınısı… Onun bir de bedene kaydolması… Demek dürtüyle karşılaşmanın yol açtığı gerilim artışını eksiltmenin, törpülemenin yoludur sözcükler, hikayeler. Yine de geride bir artık, tam kapanmayacak bir aralık, bir yarık kalacaktır ama. İşte, simgeselleştirilemeden kalan o artığa makul açıklamalar bulmak için hiç durmadan hikayeler hayal etmeyi, üretmeyi sürdüreceğiz. Demek ki hikaye, bizi o artıkla/aralıkla tekrar tekrar karşılaşmaktan koruyan, o uçurumdan sakınan bir savunma işlevi de görüyordur. Hem bir savunma ve tampon işlevi hem de o yarığı/uçurumu ve bölünmeyi yumuşatma ve yatıştırma işlevi.
***
Hikayelerimizi anlatma ihtiyacı duymamız ve bizi dinleyecek muhataplar aramamız bundandır. O sayede kurulan bağ ve ilişkinin süreceğine ve kalıcı olacağına dair sezgimiz sebepsiz değildir.
Demek oracıkta, o anda uyduruluvermiş gibi görünen o hikayenin belki de anlatıcının (şoförün) en mahrem fantazisi olması, kişiliğinin en derin çekirdeğine ilişkin bir arzuyu ifşa etmesinin ötesinde bir şey vardır artık: Bütün içtenliği ve sahiciliğiyle kendini ötekine emanet etmesi, bırakması, ötekinin kendi hikayesine inanacağını varsayması, ona güvenmesi vardır. Ötekinin (avukatın) saflığından, pişmemişliğinden olmamışlığından daha fazla olan şey ise, orada hazır bulunuşu, dinlemeye ve duyduklarına inanmaya çoktan gönüllü oluşu, kendisine emanet edilen şeyi yere düşürmemesi, sözü kıymetlendirmesi, bu büyülü atmosferi bozacak bir tepki verdiğinde birden utanıvermesi vardır. O kısacık karşılaşmanın belki de yıllar sürecek bir dostluğu var etmesi vardır. Karşılıklı şahitlik ve muhataplık ilişkisinin sevgiyle taçlanarak yıllara yayılacak olması vardır.
Böyle böyle, küçücük adımlarla ve sevgiyle çıkılan bir yolculuk olduğunu en baştan bilecek, teslim edeceğiz adalet, barış ve eşitlik mücadelesinin de.
Birbirimize inanarak, güvenerek, düştüğümüz yerde birbirimize el uzatarak, birbirimize sıkıca bağlanarak, kendimizi birbirimize emanet ederek.
Emeği geçen herkese, Ümit Kıvanç, Gaye Boralıoğlu, Settar Tanrıöğen, Halil Babür ve Selahattin Demirtaş’a sevgi ve saygı ile.
[1] Yuval Noah Harari, Sapiens, Çev. Ertuğrul Genç, Kolektif Kitap, 2015, s. 36-7
[2] Alberto Manguel, Merak, Çev. Kutlukhan Kutlu, YKY, 2017, s. 42