Bir Tuğla Çekildiğinde Duvar
Işıl Kurnaz

Sınırlarını genişletebileceğiniz hikayeler, bazen bir sınırın kendisine çarpar. Bu, neyi nasıl ifade etmeyi tercih ettiğimizle, bir kelimenin yükünün tam olarak nasıl taşınması gerektiğiyle ilgili bir bilgiyi de içeriyor kuşkusuz. Hikâye her ne olursa olsun, bir sınırı, çarpabileceği ve kıyısında durduğu bir duvar var. Onu neresinden anlatmayı tercih ederseniz edin, bir noktaya gelince durmak gibi bir yükümlülük. Yaralı hafızamızda mıh gibi duran, yaşadığımız, içinden geçmekte olduğumuz, bizatihi tanığı olduğumuz, çok yakın zamanda gerçekleşmiş olsa bile toplumsal tarihimizin çoktan parçası olmuş hikayeler de bunlardan biri. Zamanı donuklaştıran, yaşadığınız şehri tam o noktada durduran, belleğinizde kesif bir kokuyla yer eden hikayeler üzerine söz söylemenin ve cümle kurmanın muhakkak bir sınıra çarptığı aşikâr. Bunlardan biriydi 10 Ekim Katliamı. Şehrin tam orta yerinde, istihbarat kayıtlarından anlaşılana göre geldiği ve geleceği besbelli olan bir saldırıyla öldürülen 103 kişi.

Türkiye’nin hukuk ve siyaset dilinin artık neredeyse terimleşmiş bir kavramı var: Cezasızlık. Katliam söz konusu olduğunda muhakkak peşi sıra korunan failler ve cezasızlıktan bahsediyor oluşumuz bundan. Çünkü cezasızlık, artık istisnai bir ihmal değil; kasıtlı ve sistematik bir devlet politikası. Suç işleyen ya da işlediği iddia edilen kimi kamu görevlileri için ilgili üst makamların hiçbir zaman soruşturma izni vermemesi de bu sistematik siyasetin bir parçası. Hukukun, adaletin olduğu kadar, adaletsiz devlet politikasının bir parçası olduğunu eleştirel hukuk çalışmalarından zaten biliyoruz. Gökçer Tahincioğlu, Kayıp Adalet’te[1] cezasızlık kültürünün oluşturduğu kalın duvardan bahsetmişti. Bu kalın duvardan bir tuğla olsun koparabilmek için verilen o büyük mücadeleden. Bunun için muhakkak bir tarafıyla hukuk mücadelelerine de bakmak gerek, kavgayı oraya muhakkak taşımak. Her şeyi söylemese de çok şey söyleyen, bazen söylemedikleriyle ve karara konu etmedikleriyle konuşan mahkeme hükümleri bu yüzden önemli.

Hikâyenin, o sınıra çarptığı kararlardan biri de Anayasa Mahkemesi’nin Suruç Katliamı ile ilgili diliydi sanırım. Henüz daha kararın başlangıcında, “bir terör örgütünün gençlik yapılanması olduğu iddia edilen.” diye bahsediliyordu suçun mağdurlarından. Mahkeme kararlarının dilindeki soğukluğun, hukuk terimlerinin içinde kimi zaman kaybolur gibi görünen yaşamın, devlet siyaseti ve hukuk politikasındaki boşlukları, ters girdileri ifşa etme olasılığı da var. Hikayelerin muhakkak çarptığı o sınırlar, bazen mahkeme kararlarında olmadığı için devletin esasen nasıl hareket ettiğini, neyi nasıl gördüğünü ya da görmekten imtina ettiğini anlayabiliyoruz: Henüz kararını açıklamadan hükmü kurmaya başlıyor çünkü: “Bir terör örgütünün gençlik…”

Cezasızlık, bir hak ihlalinin bırakın cezalandırılmasının engellenmesini, henüz ilk adımda yani soruşturmaya izin verilmemesiyle ortaya çıkan sistematik bir siyaset. Suçun faillerinin bulunmasının, yargılanmasının söz konusu olmadığı bir politika biçimi. Artık adalet hakkından, adaleti aramaktan, bir hak ihlalinin esasından önce, çok daha şekli bir meseleyi konuşuyoruz bu yüzden: Korunan failleri, soruşturulmasına izin verilmeyen kamu görevlilerini. Devletin sorumluluğu bahsinin bizzat devlet tarafından nasıl sahipsiz bırakıldığı meselesi. Bu yüzden artık mağdurun adalete erişebilmesinin bir hak olmasından önce, cezasızlıkla nasıl mücadele edileceğini hesaba katıyoruz. Yani suçun kendisiyle, örneğin yolsuzlukla, insan öldürmeyle, kadına karşı işlenen suçlarla mücadele değil de, cezasızlığın kendisiyle mücadele etmek gibi bir insan hakları gündemi var. Belki de bu yüzden artık cezasızlığın bizatihi kendisinin de suç olarak sayılması gerek. İnsan hakları örgütlerinin cezasızlığı artık ayrıca ele almaları, cezasızlıkla mücadele okulları açmaları da bununla ilgili. Çünkü suç ne olursa olsun, artık çarptığı sınırlardan biri de bir tür fiili yargı bağışıklığı anlamına gelen cezasızlık, dokunulmazlık. Türkiye, bunu insan hakları hukuku terminolojisine sokan ülkelerden biriydi. AİHM’in 90’lardaki davalarında, etkili soruşturma yapılmadığı için işkence ve kötü muamele ihlallerinin ardı ardına geldiğini biliyoruz. Örneğin, Aksoy davasında, Aksoy’un işkence gördükten sonra kollarının tutmadığı sabitken, onu gözaltına alan ve işkence eden kimse ceza almamıştı. Tabii, 10 Ekim Katliamı olduğunda dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun o gün söylediği “Elimizde canlı bomba listesi var ama eylem yapmadan tutuklayamıyorsunuz.”  vecizesi, devletin sorumluluğu bahsinde pozitif yükümlülüğün yani devletin önleme ve tedbir alma görevinin hiçbir anlama gelmediğini de hatırlatıyordu, Aksoy davasından 30 yıl kadar sonra.

Devletin sorumluluğu, Türkiye’nin siyasal ikliminde artık hatırlamanın zor olduğu bir mesele. Halbuki uluslararası hukukta da, devletler nezdinde de devletin sorumluluğu, devletin yükümlülüklerini, onun da cezalandırılabileceğini hatırlatan insan hakları mücadelesinin önemli bir kazanımı. Suruç’tan Roboski’ye, Lice Davası’ndan 10 Ekim kararlarına kadar görüyoruz ki neredeyse 30 yıllık bir insan hakları içtihadına rağmen Türkiye’de devletin sorumluluğu artacağına, azalıyor. Bunda insan hakları yargılamalarının usule ve iş yüküne terk edilen, bu sebeple ihlalleri önlemekten çok gelen davaları filtreleyerek azaltmaya yönelen yeni eğiliminin muhakkak bir etkisi var. Ama öte yandan sistematik bir cezasızlık kültünün etkisi daha fazla.

Anayasa Mahkemesi’nin 10 Ekim katliamı ile ilgili kararı, bu cezasızlık zırhının, devletin nasıl en ufak biriminden en son merci olan yargı organına kadar kalınlaşarak ilerlediğini gösteriyordu. Hasan Kılıç, 10 Ekim’den yaralı olarak kurtulmuş bir başvurucu, dava dosyasında nasıl Tren Garı’nda güvenliğin sağlanmadığını, mitinge giderken olağan uygulamalardan farklı olarak güvenlik aramalarından geçmediklerini, miting otobüslerinin durdurulmadığını anlatmıştı. Öte yandan canlı bombanın aranan bir kişi olduğunu, istihbari bilgilerin emniyete ulaştığını, bir canlı bomba aracının trafik polislerince durdurulmasına rağmen Ankara’ya girişine izin verildiğini de yine bu dava dosyası gösteriyordu. Anayasa Mahkemesi, tüm bunlara rağmen Devlet’e hiçbir sorumluluk ve kusur atfetmeyen İdare Mahkemesi kararının, başvurucunun iddiaları karşısında gerekli açıklamayı yapmadığını söyleyerek ihlal kararı vermişti. Dava dosyasındaki önemli ayrıntı şuydu: Haklarında görevi ihmal iddiası olan hiçbir emniyet mensubuna, Ankara Valiliği tarafından soruşturma izni verilmemişti. Bugünlerde Burcu Karakaş’ın haberinden öğreniyoruz ki Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren duruşmalarda da dinlenilmesi beklenen, katliamın nasıl örgütlendiğine dair bilgileri söyleyecek olan IŞID’li tanıklar ya çoktan serbest bırakılmışlar ya da evinde IŞID’e ait binlerce sayfalık belge bulunan tanıkların akıbeti belirsiz kalmıştı. Anayasa Mahkemesi, son derece sakınımlı bir dille -çünkü dil sınıra çarpar- anayasanın gerektirdiği dikkat ve özen ile inceleme yapılmadığı için ihlal kararı vermişti. Öte yandan sanki ölen 103 kişi bir istatistik, sanki soruşturma izni verilmemesinin bizatihi kendisi devletin sorumluluğunu ifşa etmiyormuş gibi 10 Ekim Katliamı, bir devlet duvarına çarpıyordu.

Ankara’nın nasıl bir yoklukla, barış mitinglerinin nasıl bir eksikle imtihan edildikleri belki mahkeme kararlarında görebileceğimiz bir şey değil ama 10 Ekim’in 6. yıldönümü dolmuşken, Türkiye’nin katliam sayfasına olduğu kadar, cezasızlık sayfasına da nasıl büyük bir çentik atıldığı mahkeme kararlarında kolaylıkla görülebiliyor. Çünkü cezasızlık, sonundaki olumsuzluk içeren yokluk ekine rağmen, zaten sırf yokluğundan ötürü göze çarpan bir şey. Hafıza yaralanabiliyor, adalet kaybolabiliyorsa, pekâlâ cezasızlıkla da mücadele edilebilir. O zırhı, su damlalarıyla da olsa inatla bir yerinden delmek gerekeceği için. Bir tuğla çekildiğinde, o duvarın altından neler çıkacağını hepimiz görelim diye.


[1] Der. Gökçer Tahincioğlu, Kayıp Adalet: Cezasızlık ve Korunan Failler, İletişim Yay., 2021.