Anıl Mert Özsoy: Unutuş ve Hatırlama Arasında (I)
Derviş Aydın Akkoç

Anıl Mert Özsoy’un öykü kitabının adı: Herkes Her Şeyin Farkında. İddialı bir ton, kararlı bir rest, ya da bastırılmış, fakat az sonra, yazının sahasında politik içerikler edinecek bir hiddet, fazlaca beklemiş bir hakikat duygusu titreşir bu adda. Ne var ki, estetik titreşimlerin cümle sathında, dil ortamında biçim kazanmaları, görünür olmaları gerekir: Kolektif ama üzeri örtülmüş bir suç iması tek tek parçalarda kademe kademe açılıp somutluk kazanacak; türlü suçları, metinlerin yazılmasını, bu durumda konuşmayı da zorunlu hale getiren olayları (“her şeyi”) kuşatan sessizlik perdesi yırtılacaktır. “Herkes” ya da “her şey” esas itibariyle tanımsız birimler, dahası zamandan yoksun genellemelerdir: zira herkes her şeyin sahiden farkında olsaydı yazmak anlamsız bir çaba olurdu. Üstelik tanıklığa, anlatmaya, seslenmeye, iletişim ve politikaya gerek kalmaz, müstakbel cümleler başlangıç noktasından öteye bir adım uzanamaz, olaylar silinir ya da hiçliğe gömülür, hakikat duygusu da yerini muhtemel bir beyhudelik duygusuna bırakırdı. Başlangıç enerjisi, suskunluğu bozma isteği, yazma arzusu herkes her şeyin farkında iddiasını sabote eden yıkıcı ve daha negatif bir duyuştan beslenir: kimse hiçbir şeyin farkında değildir, hatta bir gazeteci ya da arşivci değilse yazarın kendisi bile… Herhangi bir olayın, vuku bulmuş bir kötülüğün farkında olmakla bundan habersiz olmak arasındaki ilişki simetrik olarak suç ya da suçsuzluk ikiliklerine de dolayımlanır. Yazmak, yerine göre ifşa etmek kanıksanmış bir suçsuzluğun, garanti altına alınmış bir masumiyetin peçesini aralamak, masumiyetteki suça baskın düzenlemek gibi bir işleve de sahiptir. Buradaki negatif duyuş, yazarı ve metnini unutuluşla tehdit edilen olayları parça bölük de olsa yeniden hatırlamaya, tartışma üretmeye, söz kurmaya kışkırtan; estetik duyuşu müşterek bir söz alanına yönlendiren başlıca parametredir.

***

Aralıklar, çatlaklar, yutkunmalar eşliğinde söz çatıldıkça zaman üzerindeki belirsizlikler de çekilir: Özsoy’un parçalarında şimdiye musallat olan bir yakın geçmiş çizgisi vardır; unutuşa hayıflanmanın, hatırlamaya katlanmanın zembereğini o kurar. Özne iki kuvvet, hatırlama ve unutma, geçmiş ve şimdi sarkacında salınım halindedir, bu kilitlenmede gelecekse neredeyse yoktur. Sözgelimi “Telefondaki Ses” öyküsünün Latif’i: çalkantılı ruhu bilinmez bir kâbusla cebelleşirken kulaklarında daima “geçmişin gürültüsünü” duyar; bu dinmeyen gürültüler, hazırlıksız yakalanılan hafıza atakları karşısında çoğun mağlup olur, sessizleşir, ama bir yandan da sürgünlerle, yokluklarla bitap düşmüş göğsüne “kaç vakit geçmişti üstünden onca şeyin” yönünde şikâyetlerle “hiç olmamışçasına unutulan” yığınla “ânı” üşüşür.1 Bir tarafta sanki hiçbir şey olmamış, ama öte tarafta her şey çoktan olup bitmiş gibidir; konuşmak, bahis açmak bile anlamsızdır, ama yazının varoluşu için bu netameli bilginin askıya alınması gerekir. Hiç olmamış gibi unutulan onca olayın sızısıyla hatırlamanın ağırlığı arasında; sesle sessizlik, boşluk ve doluluk, gürültü ve sükûnet hattındaki müphem bir bölgede kriz yaratan faktör; yakın geçmişin -yazının zamanı da dahil- şimdiye fazla yakın olmasıdır. Yakın geçmişin hücumundan öykülerdeki karakterlerin yanı sıra, yazar da paçasını kurtaramıyor; unutuş icra edilemiyor, hatırlama sağanaklarına mazur kalınıyor, gürültüleri bertaraf etmek değil, teskin etmek içinse yazma edimine başvuruluyordur. Gelgelelim yakın geçmişin bilhassa politik sızıntıları, birdenbire bilincin yüzeyine vuran kabarmaları estetik duyuşta hasarlara yol açıyor, politik eğilimler estetik eğilimleri yer yer felç ediyordur. Geçmişin istilasına yazının istilasıyla mukabelede bulunmak mevcut krize yönelik bir çözümü değil, daha ziyade yazarı da bağlayan bir riski gündeme getirir: temsil ve dil, olay ve hakikat arasındaki sınır boylarında hareket etmek. Bir tanık olarak yazarın gördüğü dünya karşısında takındığı etik-politik tutum sadece şahit olduğu dünyayı değil yazarı da görünür kılar; öznel hakikatin nesnel bir mutabakatta karşılık bulması için “herkes” çemberinde onun da yer alması, yazının da suça bulaşması kaçınılmazdır. Başkalarının başına gelen olaylara, başkalarının acılarına bakış atılırken, hakkında söz ve söylem üretilirken Anıl Mert Özsoy suçu hafifletmek, ondan sıyrılmak için değil, kendi kefaretini ödemek üzere bir strateji geliştirir ama: bakışı dışarıdan değil, olabildiğince içerden örgütler; böylece herhangi bir samimiyet testine de gerek kalmaz… Kaldı ki “acı baktıkça körleşen bir karanlıktır” ve Özsoy kendine payına düşeni alır bu hem körleşen hem de körleştiren karanlıktan...   

***

Kitabın belki de en kuvvetli parçalarından biri olan “Pekmez” öyküsünün açılış cümleleri: “Bak, bu yol eğri. Bak, bu dağ paslı. Bak, bu dere kuru. Bak, bu şehir eksik. Bak, bu kemik kansız. Bak, bu Rojin yetim.” Yol eğri, dere kuru, şehir eksik, çocuk yetim… Doğal değil, aksine iktidar eliyle gerçekleştirilmiş bir yıkımdan, kapanmış ama etkileri sürmekte olan bir felaketten yahut talandan arta kalanlar: ölülerle eksilmiş adsız kentler, orada burada kemik parçaları… Ama ısrarla kime sesleniliyordur “bak” denilerek: Bu yıkımdan, bu soğuk ve içselleşmiş vahşetten, sistematik eksiltme tekniklerinden habersiz olanlara mı? Felaketin mimarlarına mı? Burada değil de orada olanlara, uzaktakilere mi? Yazıya döküldüğü için yazının muhataplarına mı yoksa? Ricada bulunmayan ama buyurgan da olmayan bir sesleniş bu, ya da nedenlere değil, sonuçlara, varlığa değil, kayıplara işaret eden yaralı bir arzu: bak... Kafka’nın tekil varoluş düzleminde işleyen “suçunu anımsa” ikazı Özsoy’da kolektif bir genişlik kazanarak “suçuna bak” ikazına dönüşmüş gibidir.

Dere kenarından yürürken çeker anası Rojin’i kolundan, yüzündeki öfke kadar haklıdır: “gülmek için değil o kemikler, oyun için değil o dere.” Yaşam hesapsızca çözülüp parçalanmış, yabani bir ıssızlık kaplamıştır her yanı, canlılık belirtisi sadece kemiklerle oynayan Rojin’dedir aslında: “katırlar” bile vurulmuştur adı unutulmak üzere olan bir katliamda (Roboski); bir günün bitiminde, yüklü katırlar inerken ince bir yolu bembeyaz karlara kan bulaşmıştır. Yıllar geçmiştir üzerinden ama anası daima feryat figan, hatırladıkça daha da katlanılmaz olur hakikat: telafisiz eksiklik, yiten koca, yetim kız; suspus günlerse soğuk ve sancılı...

Sofralar da eksilir zamanla, yoksulluk orta yerdedir: “biraz ekmek, biraz pekmez.” Hane de tıpkı kuru dereler, paslı dağlar gibi yitik ve tenhadır: “Eski bir televizyon, antenin ucunda jelatin kâğıdı”; açılsa da olur açılmasa da… Derken yasaklar iner, yasa görünür, yağ tenekelerine ekilmiş fesleğenler, naneler tekmelenir, ananın canı burnunda sesini dağlara yamar çaresiz: gideceğiz… Nereye? Yerinden yurdundan edilmenin kasvetine gurbetin belirsizliği eklenerek savaş sonrası bir köyden güya patırtısız bir kente… Bilinmez olana yolculuk ve bu yolculuğun ilk durağı olarak şairin sözüyle “kopkoyu kent otogarları”: Ana kırgın, haklı öfkesinde yorgun ama Rojin heyecanlıdır şehir meydanındaki otobüsler arasında, bilmediği tanımadığı yüzleri görmenin neşesi bakışlarında, gerçekliğin basık tatsız hissiyatına nazaran “aklında oyun yumağı gibi taze taze dönüp duran hayallerle” cıvıl cıvıl… Gün iki kere döner geceye ve ondan sonra ancak varılır küçük bir kentten büyük bir kente: İstanbul’a. Cemal aga karşılar onları, okusun diye yolladığı oğlunun ardından o da gelmiştir şehre. Yoksulluktan çehresi dağılmış bir mahalleye geçilir sarsak bir dolmuşla, Cemal aga Rojin’le anasını Berfo’ya emanet edip “camiye” gider: “Avluda çiçekler yok, derme çatma bir kulübe. Yol kenarı. Sıvasız. Damı beton. İçi ve dışı soğuk demir.”

Sesine matem inmiş Berfo’nun da oğlu kayıptır, bir okul çıkışında alıp götürmüşlerdir Can’ı, ne ceset ne kemik, yirmi koca yıl geçmiştir aradan; cılız da olsa bir umutla beklemek cehennemi bir azaptır. Pasif bir bekleyişten ziyade aktif bir bekleyiştir ama bu: Cumartesi anneleri. Berfo, Rojin ve anası meydana giderler, oturma eylemine, başlarında beyaz tülbentlerle kadınlar, sırtlarını birbirlerine dayamış kayıplarının bulunması için eylem yapıyorlardır, ellerinde fotoğraflarla… Türlü hayalleriyle “Rojin fotoğraflardaki tüm insanları babasına benzetiyor”dur. Çemberin ötesindeyse polisler, “uykusuz ve öfkeliler”, bir anons duyulur: yaptığınız kanun dışı!.. Yine ve her yerde yasanın sesi... Anons sonrasında yasal müdahale, gazlar, kalkıp inen coplar, arbede… Kızıl tülbentlerle ağızlarını burunlarını kapatan kadınlar ellerindeki fotoğraflar, dillerindeki isimlerle direnirler… Ortalık toz duman, itiş kakış… Anasının etekliğine yapışmış Rojin’in bakışları kadınların ve polislerin çemberinden taşıp az ilerden geçen bir çocuğa ilişir; olay esnasında oradan geçen, olaya şahit olan bir baba çocuğunu elinden tutmuş adımlıyordur, Rojin ve çocuk bir anlığına bakışırlar, çocuğun elinde bir kutu vardır, tam o anda ağzına götürmüştür kutuyu, Rojin anlar, unutur etrafında olan bitenleri. Ağzındaki bezi kaldırıp “ana, bana kola al” der. Kayıpların sızına, iktidarın baskına yoksulluğun ağırlığının da çöktüğü bir sözle kapanır anlatı: “evde pekmez var, onu içersin.” 

***

Yakın geçmişten elbette etkilenen ama ona bağlanmayan, onun tarafından tutsak edilmeyen tek özne Rojin’dir esasında: kendi zamanını, kendi şimdi’sini sadece o yaşar. Bloch’un sözüyle “korkunun en uç, en sert sınır biçimi olarak umutsuzluk” Rojin açısından geçersizdir; pekmez gerçekliğiyle gerisin gerisi püskürtülse de kayıpların arasında, bilmediği bir kentte, kalabalıklar ortasında, korkuya zerre prim vermeden kendi arzusuna yönelir. Kola pekmezle ikame edilemez, hakikat ideolojiyle kapatılamaz, arzu taklidiyle geçiştirilemez, cin gibi farkındadır Rojin… Özsoy’un yalnızca bu parçasında çocukluğa bunca kurucu bir işlev atfedilir, yakın geçmiş kâbusundan uyanmanın değilse bile düş kurabilmenin yolu çocukluktan geçiyor gibidir. Ne var ki, bir kez “bak” denilmiştir, yazarın da riayet etmesi gerekir bu ikaza. Suça ve acıya odaklanan bakışı istese de istemese de bir yetişkinin bakışıdır; estetik duyuşta fireler vermek, sert ve kaba gerçeklikleri dilde cisimleştirmek pahasına, unutuşla hatırlama arasındaki gerilimde ceza istencinden ziyade politik bir çağrı yankılanır: utanç


[1] Anıl Mert Özsoy, Herkes Her Şeyin Farkında, İstanbul: Everest Yayınları, 2021, s. 71.