Bazı sızılar doğum lekesi gibidir: ne yapılırsa yapılsın geçmez, eskimez, kalırlar… Belki kimi meşgalelerle, gelgeç avuntularla unutulur gibi olurlar, ama esasta mevzu unutmak değil, geçiştirmektir... Ve her geçiştirme teşebbüsünün de bir pahası vardır. Doğum lekesi misali sızılar unutulduğu sanılan yerlerden bazen apansız bir anımsamayla, tetikleyici bir karşılaşmayla çıkıp gelir; gelir ve insanı yeniden ve daha bir sarsarak yakalarlar: evlerin, eşyaların, yolların, o bitmeyen dünya işlerinin, konuşmaların, susmaların, ve hatta zevklerin tam ortasında insan gafil avlanır... Durur, susar, dalıp gider… Suçüstü, boş, uzun ve anlamsız bakışlarla kişi kendi ruhunun dip köşelerine bastırdığı ağrıları karşısında çırılçıplak ve savunmasızdır: belki zamansız, belki de tam vaktinde, az biraz çocuklaşarak, hayret diyarlarında kalakalmış bir budala gibi, şair işi uçsuz bucaksız sorular da caba: “şimdi bu her şey nedir?” Müsekkinlerle geçiştirilemeyen, oynaşlarla savuşturulamayan, geride bırakılamayan bir şeyler mi vardır; sürekli ve alttan alta işleyen, adsız ve nedensiz sızıları da yaratan bir şeyler…
***
Lacan’ın “aslında çok iyi biliyorum ama gene de…” sözü tekrarlana tekrarlana katılaşmış bir başarısızlığa, dilde telafisi imkânsız bir kayba, yokluğuyla mevcut bir arzu nesnesine işaret etmez yalnızca. Bu sözün “aslında çok iyi biliyorum” kısmındaki kesinlik tonunu zora sokan, bulunmak istenmese de yitirilmiş bir nesneyi aramaktan umudu kesmeyen, fanteziyi ütopik-politik içeriklerle donatıp diri tutan “ama gene de” kısmıdır: “aslında çok iyi biliyorum”daki tartışma götürmez bilgi; “ama gene de”deki daha enerjik bir ısrarla sabote edilir. “Aslında çok iyi biliyorum” bir kapanışa, geçmişten süzülüp gelen bir bitiş duygusuna yönelir, tutucu ve statükocudur; buna mukabil “ama gene de” ise bir açıklığı, henüz başlamamış bir başlangıcı, bilinmezlerle yüklü bir imkânlar düzlemini gözüne kestirir; her ne kadar sonu hüsranla neticelenecek olsa da… Aynı anda hem kesinliğin hem de belirsizliğin çatışmalı bir şekilde işler halde olduğu bir zeminde insan çoğun çapraşık dolaşık yollara sapar; nesnesine yaklaşmamak, yaklaştığını sandığında ondan uzaklaşmak için türlü jestler icra eder. Ne var ki, tüm bu uzaklaşma ve yakınlaşma diyalektiğinde varoluşu devindiren asli çekirdek, o muammalarla bezeli insani cevher zarını daima “ama gene de”den yana atar...
***
Bulunması mümkün olmasa da aranan, kaybedilmiş bir nesneye yönelik “nerede” sorusu: bu ıstıraplı soruya istinaden dil ve temsilin, fantezi ve gerçekliğin, geçmiş ve şimdinin birbirlerini dışladığı, itişip kakıştığı bir boşluktaysa arzunun trajedisi sahne alır. Sevim Burak’ın “Büyük Kuş” öyküsü derin bir kayba ve bitmek tükenmek bilmez bir arayışa odaklanan; bu esnada “nerede” sorusunu merkezine alan nadir parçalardan biri:
“O’nu kaybettim. Avunç, öğüt istemeyen – Gözlerinden tatlı bahar yaşları fışkıran – En büyük acıların kendisine öğretildiği – en büyük Kent’lerde en usta çilekeşlerin yanında büyütülen – Cenaze levazımatçısı dükkânlarında bir insan boyu – Bazı bir çocuk boyu – Kedi ayaklı bir tabutun üstünde yanak etiyle çay bardağı içinde kırmızı şarap içilen – Ölü başlarının sağa sola çevrilip bir oyuncakmışçasına eline verildiği – Dokundurulduğu – Evcilik oyununda bütün evlerini götürüp sokağa bırakan – Elini kapı aralığına sokan – Ayağının altını kırık cam, teneke parçasıyla kesen – Saatlerce susmadan ağlayabilen – Ana babasını korku ve kaygıya vererek ölü doğan – Uzun bir süre uğraştıktan sonra gözleri açtırılabilen – Yirmi beş yıl önce uykusuna kanmış olarak uyanan – Kapının önünde çocuk duaları mırıldanırken başına saldıran bir Atmacayla göğü kararan – O günden bu yana KADERİNİ o Atmacayla paylaşan – Onu görünce herkesin kaçıştığı – Sokaklarda başında Atmacayla dolaşan O kız çocuğu (ki şimdi o Atmaca başından uçmuştu yalnız kalmıştı) – Göklere bakarak ağır ağır dönüyordu – Ve göklerde siyah kanatlı bir gölgeyi arıyordu – Ah O’nu nerede bulursun? O’nu nerede bulursun? O’nu nerede?”1
Göğü karartan bir kayıptır, fakat yine de bir kayıptır ve değerlidir: zira daha önceki karaltıları, ayak tabanlarındaki o kırk camları, yanak etlerini, şarap içilen çay bardaklarını, ölü başlarının bir oyuncakmış gibi ellere tutuşturulduğu, yirmi beş yıllık bir uykudan uyandıran bir kayıptır bu... Gökyüzü ise bomboştur. Şimdi nerede olduğu bilinmeyen o kuş bir göğü karartırken bir başka göğü açmıştır aslında; idraki, duyuş ve hissi zamanla, kaybın şiddeti uyarınca gelecek bir süreçtir ama bu. İstenmeyen, sevgisiz bir çocukluk dönemini, bu dönemin sızılarını, kolektif bir cinnetin arka planlarını da silip süpüren atmacanın kaybıyla gelen nerede sorusuna verilecek bir cevap yoktur: “kentlerde, evlerde, odalarda, yollarda, sessizliklerde, açık kapıların önlerinde, kalabalıklarda, yataklarda; onu ararsın, onu ararsın, onu ararsın” dışında… “Aslında çok iyi biliyorum ama gene de…”: onu ararsın, bulmamak üzere ararsın, bazen bulur ve yeniden kaybedersin: yerine göre uzaklarda silik dağınık bir çocukluk, ya da bir gençlik özlemi, arzunun meramı kabilinden bir fikir, bir inanç, ya da sevilen ama bir yıldız kayıp uzay boşluğunda yok olan kişiler; anılarla puslanmış zamanlar, iç içe sesler ya da görüntüler…
***
Yas tutmaktan yüz çevirip de arayışta ısrar eden bu melankolik tavırda ölüm içgüdüsüne değil, erosa, yeniden serpilmek isteyen yaşama istencine açılan gömük kapılar var: “nerede” diye sora sora onu ararsın, bulmasan daha iyi, onu ararsın zira arzunun trajedisi nesnesine kavuşmasıyla, Adorno’nun lafıyla onu mülkleştirmesiyle son bulur. Ama neyse ki, mülkleştirilemeyen tek ve en kuvvetli şey hâlâ sevgidir, dünyaya rağmen bu dünyada…
1 Sevim Burak, Yanık Saraylar, İstanbul: YKY, 2021, s. 43.