Suç uzmanı Julia’nın maceralarının yazarı Giancarlo Berardi Evdeki Tehdit (Minaccia a domicilio, Lorenza Calzo ile birlikte, çizer: Enio, 2005; Mylos Kitap, 2021) adlı macerasına başlamadan önce bir avukattan kendisine gelen mektubu paylaşmış. Avukat, Berardi’nin serisindeki avukat figürleri üzerinde durmak istediğini belirtiyor -hafif alıngan. “Bir sayı hariç (sanırım 62. sayı) meslektaşlarım (Amerikalı ama yine de avukatlar) hikâyelerinizde her zaman çok kötü bir tutum içinde oluyorlar: Ahlaksızlık ve terbiyesizlik seviyesinde kurnazlar.” Bu tercihi aşağılayıcı bulduğunu söylüyor. Kötü avukatlar olduğunu kabul ediyor ama şunu da diliyor: “Kim bilir belki bir gün, müvekkiline de ihanet etmeden, suçlu birini savunan ama suçlunun 'ortaya çıkartılması' ve soruşturmanın doğru bir şekilde yürütülmesine yardımcı olan bir meslektaşıma da hikâyelerinizde rastlayabilirim.”
Avukatın huysuzlanmasına biraz müstehzi bir yanıt veriyor Berardi.
Sevgili Ghidina, hikâyeleri karakterler oluşturuyor ve karakterlerin gerçekçi olabilmesi için bir meslekleri olmalı. Şimdiye kadar şikâyet edilmeyen tek topluluk Kızılderililer ve uzaylılar. Maalesef bu topluluklara Kızılderililer de katıldı. Sioux Oglala kabilesi bile Paris'teki ünlü gece kulübünden 'Çılgın At' adının kullanım haklarını istedi. Geriye bir tek Marslılar kaldı ve bu belki de bilimkurgunun büyük gelişimini açıklıyor. Tıpkı hem vicdanlı hem de düzenbaz elektrikçiler olduğu gibi, hem ahlaksız hem de dürüst avukatlar olduğundan şüphem yok. Bununla birlikte, yozlaşmış bir avukatın bozuk bir elektrik sisteminden daha fazla zarar verdiği de aynı derecede doğrudur. … asıl risk, yavaş yavaş bir düşünceyi, görüşü, fikri ifade etmek isteyenlere şüpheyle bakılmasıdır.
Mektup da, yanıt da daha uzun, hepsini buraya almadım.
***
Show TV’de ve henüz dört bölümü yayınlanan Üç Kuruş, Romanları aşağıladığı gerekçesiyle -onları kumarbaz, hırsız, uyuşturucu bağımlısı, "mafya tarzından insanlar" gibi tanıtan bir başrol varmış dizide- CHP İzmir Milletvekili Özcan Purçu’nun hedefinde. Purçu, RTÜK’ü göreve davet ediyor: “Diziyi bir izleyin, küfür var. Romanlarla ilgili aşağılanmadık mesele kalmadı. Bunu RTÜK izlemiyor mu? Bunu ilgili kurumlar izlemiyor mu? Kimsenin çıtı çıkmıyor, niye ceza yazmıyorlar?” "Bizim için bu dizi bir kuruş etmez,” diye devam eden Purçu, dizide anlatılanların gerçeklikle ilgisinin bulunmadığını da ekliyor. Nitekim RTÜK, geçtiğimiz günlerde diziye idari para cezası verdi. Gerekçe, dizideki şiddet sahnelerinin Roman toplumunu “kötü” göstermesi. Purçu, RTÜK üst kurulundan RTÜK başkanına kadar teşekkür edip mücadelesinin süreceğini de açıklıyor: “Kapatılana kadar mücadele edeceğiz.”
Daha az güncel, benzer iki örnek hatırlıyorum: Kanal D’nin çarşamba günlerini kapatan dizisi Sadakatsiz bir tapu memurunun rüşvet aldığı bir sahne yüzünden Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü çalışanlarının tepkisini çekmişti. RTÜK’e başvuru yapmış, kanala da tekzip göndermişlerdi.
Yine Kanal D’de yayınlanan, Dr. House uyarlaması Hekimoğlu’nda (geçen yayın dönemi dizi bitti, artık yayınlanmıyor), bir mümessilin dizinin baş karakterlerinden bir doktorla otel odasında birlikte olması, “kadınlığını kullanarak işini yaptığı yönünde bir algı oluşturulması” Tıbbi Tanıtım Temsilcileri’nden tepki görmüş, #haddinibilhekimoğlu etiketiyle sosyal medyada kampanya düzenlenmişti.
Yetkililer genellikle toplumları popüler kültürün “kötü” etkilerinden koruma eğiliminde oluyor. Şiddetin varlığını ve yaygınlaşmasını dizilerle, filmlerle, müzikle, videolarla, bilgisayar oyunlarıyla ilişkilendiriyorlar. Onlara göre diziler, filmler tedavüldeki şiddeti anlatmıyor, aktarmıyor, göstermiyor. Şiddetin kaynağı oluyor. Saat 21.30’da diziler oynarken “İyi uykular çocuklar” bandı giriyor ekranın altından. Çocukları çok düşünüyorlar.
Bir çılgınlık yapılıp bütçe görüşmeleri prime time’da verilse, tam diziler oynarken Meclis TV bütün ulusal kanallarda eşzamanlı yayınlansa, acaba kaç ebeveyn “çocuklarımızla izleyemedik valla” diye RTÜK’e şikâyette bulunur? Meclisteki sözlü/fiziksel şiddet görüntülerine katlanamadık, biz hiç alışık değiliz böyle şeylere mi denir? Yoksa olağan mı karşılanır?
Bugün popüler kültür mecrası dediğimizde çok geniş ve denetlenmesi eskiye nazaran zor bir alanı anlıyoruz ancak dikkat çekmek istediğim iki husus var. Birincisi siyasi yelpazenin neresinde durulursa durulsun, popülerleşen hemen her şey kontrol edilmek isteniyor. Çünkü popülerleşme, aynı zamanda kontrolsüz bir yaygınlaşmaya, kontrol edilemeyen sempatiye, hiç beklenmedik umulmadık bir ilgiye işaret ediyor. Popüler kültürün çok güçlü etkide bulunduğu, insanları uyuşturduğu veya dönüştürdüğü, gerçek sorunlardan uzaklaştırdığı veya sorunlara fazlasıyla yakınlaştırdığına dair farklı varsayımlardan da söz edilebilir.… Ama hangisi, kolayca şudur diyemiyoruz. Örneğin Üç Kuruş’u izleyen birisi, üç kuruş değeri olmayan “Çingeneler”in maruz kaldığı binbir çeşit ayrımcılığı ve önyargıyı görüp toplumsal eşitlik meselesine dair bir farkındalık mı geliştirecek; dizide haksızlığa gelemeyen polisin dahi çoğu zaman benzer önyargıları paylaştığını görüp polislerimize hakaret edildiğini mi düşünecek yoksa toplumun bir kesiminin aşağılandığını mı düşünecek? Popüler diziler, filmler, romanlar elbette eleştiriden muaf değildir. Mutlaka gündelik gerçeklerden izler de taşırlar, taşımak durumundadırlar. Fakat gerçekliğin kendisiyle özdeşleştirilip bunca denetime maruz kalmaları hakikaten çok ironik. İlla bu denetimi atlatmak için absürt komedi mi çeksin yapımcılar?
İkincisi ve belki de daha önemlisi, popüler anlatılarda her meslek grubu ahlâken en doğru, neredeyse kusursuz, üstü başı düzgün, faziletli görünmek istiyor. Düşenin elinden tutan, etrafına neşe saçan, güleryüzlü, inci dişli, saçı sakalı düzgün olsun istiyor. Gerçeğin peşindeydik değil mi: Talep edilen bu “kusursuzluğun” gündelik hayatta ne ölçüde geçerliliği var? Berardi mektubunda söylüyor, yukarıda aktarmadım: “haberlere bakmak yeterli”. Üçüncü sayfa haberlerinin başlıklarında olayların faillerinin ve mağdurlarının meslekleri -önlerine cani, gaddar, alçak, gözü dönmüş sıfatları eklenmeden- verilse, kaç meslek grubu ayaklanır? “Mahalle manavı otopark kavgasında bir doktoru yaraladı”, “Doktor, muhasebeci hastasını steteskopla kovaladı”, “Bilgisayar mühendisi Ş., anlaşamadığı yazılımcı P.’yi balkondan aşağı attı”, “Berberiyle derbi muhabbeti yapan eczacının hazin sonu”…
Geçenlerde kamuoyunda “Tosuncuk” olarak bilinen Çiftlik Bank davası sanığı Mehmet Aydın'ın ağabeyi Fatih Aydın’ın Brezilya’dan Türkiye’ye geldiğinde Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı ile Interpol-Europol Daire Başkanlığı polisleri eşliğinde üzerinde Fenerbahçe formalı bir fotoğrafı medyada yer aldı. Fotoğraf epey tepki çekti.
Hiç Fenerbahçeli Çiftlik Bank davası sanığı olabilir mi? Duyulmuş, görülmüş şey değil. Hele Çiftlik Bank davasının mağdurlarının yüzde kaçının hangi takımlı oldukları açıklansa… düşünmek bile istemeyiz, ya %40’ı filan Galatasaraylıysa?
Sözün özü, biraz da şunu görmeli galiba: İnsanlar zaman zaman gerçek hayatta kaybettiklerini, popüler kültürde arıyorlar. Kurgu murgu dinlemeden, aslında oralarda oldukları gibi değil, olmak istedikleri gibi var olmak istiyorlar. Bayramda en şık kıyafetleri giydirilen çocuklar gibi çıkmak istiyorlar izleyicinin/diğerlerinin karşısına. Onca pisliğin içinde parlamak, kötü adamın kendilerinden değil, başkalarından; mazlumun başkalarından değil, kendilerinden olmasını istiyorlar -ama çok “ezik” de görünmek istemiyorlar! Avukat pavyona gitmesin, doktor cinayet işlemesin, polis içki içmesin, hostesler otel odalarında sabahlamasın, ceo’lar soluğu kumar masalarında almasın, siyasetçiler işadamlarıyla dolap çevirmesin, hakemler şike yapmasın… Hayat bayram olsun.
Hayat bayram olsun demişken, bu bahsin bir yanı, siyaseten doğruculuk tartışmasına da uzanıyor: Hayat bayram olsun isteyebiliriz ama hayat bayrammış gibi yapamayız. Dilin demokratikleşmesinin önemiyle toplumsal dönüşümün özdeş görüldüğü izlekte siyaseten doğruculuğun çarpık bir yorumunu izleyebiliyoruz. Bu yorumun dolaylı sonuçlarından biri dönüşümün başlangıç noktası olarak dilsel tercihi belirleyip abartmaksa, bir diğeri aslında niyet belki de hiç bu değilken dil ve toplumsal koşullar arasında ontolojik bir ayrım olduğunu varsaymaktır. Biraz abartarak söyleyeyim, sayıp sövmeyen, silah kullanmayan, etrafındakilere hep merhamet duyan, sosyal adaletçi bir kabadayı görmek istemek bazen kabadayıyı var eden dinamikleri ikincilleştirmek ve kiri pası görmemeyi tercih etmekle eşdeğer olabiliyor.
Geçenlerde gözüme çarptı, bir dizide, karakterlerden biri, bir avukat hakkında şöyle tıslıyordu: “Düzgün insan olsa, o herifi savunmazdı.”
Savunmasa, bir oh çekerdik.